15 Mayıs 2012 Salı

Felsefe, Diyalektik, Materyalizm (3): Metafiziğin ve Diyalektiğin Ayrı Dünyaları



Felsefeden, diyalektikten ve materyalizmden bahis açtığımız bu dizinin ilk yazısında felsefe ne demektir, kim bu kavramdan ne anlar, bizim ne işimize yarar gibi meselelere bakmıştık.
İkinci yazı insanın dünyada ortaya çıktı çıkalı kafasını kurcalayan birlik ve çokluk,değişim ve aynılık gibi sorunlara nihayet Hegel’le birlikte verebildiği anlamlı yanıtı ve bu yanıtın MarxEngels ve ardıllarınca nasıl daha da anlamlı ve doğru kılındığını tartışıyordu.
Diyalektik, dünyayı ve toplumu anlamakta bir yöntemse bu yöntemin bir de karşıtı var. Hegel’in “metafizik” adını verdiği bu bilimsel olmayan yöntemle bilimsel Marksist diyalektik yöntemin ilişkisine bakalım, diyoruz. Bunu yaparken metafizik, yani bilimsel olmayan düşünce tarzının günlük yaşantımıza ve siyasi düşünceye sızmış örneklerine de bakmaya çalışacağız.
Donmuş bir dünyada donmuş bir mantık: Metafizik
Engels, metafiziği şeyleri “verilmiş ve değişmez nesneler olarak” düşünme tarzı olarak tarif eder. Her şey, her süreç kendisiyle “özdeş”tir, dünya adeta dondurulmuştur. Şeyleri oluşturan iki yön olan değişim ve aynılık’tan (bkz. ikinci yazı) sadece aynılık vardır ortada.
Metafiziğin özdeşlik kabulü o denli yaygınlaşmıştır ki felsefeyle hiç ilgilenmeyen insanların “İnsan değişmez,” dediğini duyarız. “Burası Türkiye,” denilir geçilir. “Kadın işte”, “Erkek işte,” denilir geçilir. “Böyle gelmiş böyle gider” denir, derin bir hikmet sanılarak.
Her şey sadece kendisiyle özdeş ve değişmez görülünce, şeyler arasındaki ilişkiler de giderek yok sayılır. Siyaset siyasettir, sanat sanat. Açlık diye “damdan kiremit gibi düşen” bir şey vardır; açlığın, yoksulluğun, suçların kapitalist üretim ilişkileriyle doğrudan bağlantısı gözden silinerek, bunlar kendi başlarına havada duran varlıklar gibi görülmeye başlanır. Şiddetse kötüdür, barışsa iyidir, mesela. Hangi koşullarda kimin şiddeti? Hangi koşullarda nasıl bir barış? gibi soruları unutuverir metafizikçi.
Oysa Engels Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm başlığını taşıyan önemli çalışmasında şöyle der:
Ayrıntılı olarak doğayı ya da insan soyunun tarihini ya da kendi zihinsel etkinliğimizi inceleyip düşününce, başlangıçta, hiçbir şeyin olduğu gibi ve olduğu yerde kalmadığı, tersine her şeyin hareket ettiği, var olduğu ve göçüp gittiği’ bir sonsuz ilişkiler ve tepkiler, değişimler ve bileşimler karmaşasıyla karşılaşırız. Bundan dolayı, bu tabloyu önce bir bütün olarak, ayrıntıları hâlâ az çok arka planda kalmış olarak görürüz; hareket eden, bileşen ve birbirleriyle ilişkili olan şeylerden çok, hareketleri, geçişleri, bağlantıları gözlemleriz. (Engels, 1990, s. 71)
Her şeyin değiştiğini söylemek, her şeyi anlamaya yetmez, hatta her an her şey değişiyorsa, anlamak da bir süreçse, öyleyse hiçbir zaman hiçbir şeyi anlayamayız(örn. sofist felsefeci Gorgias da, kuantum fiziğini bilimsel yedeğine almaya çalışan postmodern düşünürler de, kimi zaman bir peygamber olarak pazarlanmaya çalışılanNietzsche de aslında böyle bir kavrayışın olanaklı olmadığını söylerler.)
Bu koca karmaşayı oluşturan tek tek şeyleri anlamak için onları “doğal ve tarihsel bağlantılarından koparmamız ve her birinin doğasını, özel nedenlerini, etkilerini vb. ayrı ayrı incelememiz gerekir” (Engels).
Şeyleri analiz etmek, anlamak için yaptığımız bu zihinsel soyutlama işlemini mutlak sandığımız anda, yenidenmetafizik başlar. Metafizik bir şeyleri değişmez, hep aynı ve başka şeylerden mutlak biçimde ayrı görmek demektir.
Metafizikçi için, şeyler ve onların zihinsel yansıları, idealar, ayrıklanmıştır, onların birbiri ardına ve birbirinden ayrıolarak incelenmeleri gerekir, ve onlar, her zaman için, durağankaskatı, belirli inceleme konularıdır. O, kesinlikle uzlaşmaz antitezlerle düşünür. “Sözleri ‘evet, evet; hayır, hayır’dır; bunun dışında olan her şey, kötüdür.
Ona göre, bir şey, ya vardır ya da yoktur; bir şey aynı zamanda, hem kendisi ve hem de kendisinden başka bir şey olamaz. Olumlu ile olumsuz, kesinlikle uyuşmaz; neden ile sonuç, birbirine göre, kaskatı birer antitez durumundadır. … [Metafizikçi, b]ireysel şeyleri incelerken, onlar arasındaki bağlantıları unutur; onların varlığını incelerken, o varlığın başlangıcını ve sonunu; onların durgunluğunu incelerken, hareketini unutur. Ağaçlar yüzünden ormanı göremez. (Engels)
Oysa diyalektiğin yaman çelişkisi, bize şeylerin hem aynı olduklarını hem aynı olmadıklarını söyler. Örneğin,
  • Ölüm bir insanın biyografisindeki bir tarihe karşılık gelebilir, ama organizma her an ölen ve doğan hücreler barındırır. Öldüğümüz için yaşarız ve yaşadığımız için ölürüz.
  • Araçlarımız elde edilinceye kadar araçtırlar; tamam, yaşamak için yiyelim, yemeği amaç haline getirmeyelim, ama ekmeğimiz yoksa ilk amacımız ekmek bulmaktan başka ne olabilir?
  • Karşıtların birliği perspektifinden bakıldığı zaman nedenler ve sonuçlar arasındaki tartışma da anlamsız kalabilir. Hangi sonuç yoktur ki bir başka sonucun nedeni olmasın.
Bu da bizi Hegel’in temellerini attığı diyalektik yönteme yeniden getirir.
Yaşayan bir dünyada yaşayan bir mantık: Diyalektik
Hegel’in Mantık adlı eserinde muazzam bir ayrıntıyla incelediği bu yöntemi bu yazının sınırlarına sığdırmaya çalışalım; her tür özetlemenin bir eksiltme olduğunu aklımızda tutarak.
Bugün üzerine binlerce sayfa yazılan bu sofistike yöntem, aynı zamanda günlük hayatımızın her anının parçası olabilecek bir basitliğe sahiptir. Felsefeciler ne denli karmaşık kavramlarla açıklarlarsa açıklasınlar, sonuçta açıklamaya çalıştıkları bizim sürdüğümüz hayat değil mi?
Diyalektik, dünyayı oluşturan hareketin hesabını vermeye çalışır. Hareket denilen şey en küçük birimine indirgenecek olursa, bir ilk durumdan bir de ikinci durumdan oluşur. İster bir hücrenin bölünmesini ele alalım, ister yer kabuğunun milyonlarca yıldaki evrimini, bu şemayı aklımızda tutabiliriz.
  • Diyalektikçi, henüz hareketin başlamadığı, fakat hareketin gerçekleşmesi için ihtiyaç duyulan ilk duruma ‘olumlama adını verir.
  • Hareketin ardından varılan (ve kendisi de bir başka ilk durum olacak olan) ikinci duruma ise ‘yadsıma’.
  • Bu iki Karşıtlık arasındaki geçiş ise, yine Hegel’in sözleriyle, ‘dolayım’ olarak adlandırılır.
Olumlama’dan yola çıkılıp Dolayım yoluyla varılacak olan Yadsıma da yeniden bir ilk durum, yani yeni bir Olumlama olduğu için yeniden yadsınabilir. Bu üçüncü aşama ise ‘yadsımanın yadsıması’ adını alır.
Bu aslında son derece basit bir şeyi anlatan, ama her an gerçekleşen bir olgunun soyutlama düzeyinde tarifi olduğu için kafa karıştırıcı olabilecek kavramlar şöyle tanımlanıyor: (Biraz teknik bir konuya gireceğiz, ama aslında bahsettiğimiz şey günlük hayattan kopuk bir şey değil.)
  • Olumlama: Mevcut bulunan şey, hareketin başlangıç noktası.
  • Yadsıma: Olumlamanın karşısına konulan şey; olumlamayla karşıtlık teşkil eden şey.
  • Karşıtlık: Birbirini dışlayarak, birbirine göndermede bulunup birbirleriyle ilişkilenen ilişkisellikler.
  • Dolayım: Bir karşıtlığın kutuları arasındaki orta nokta, onların arasındaki hareket. Karşıtlık, dolayım aracılığıyla bir bütüne dönüşür – yadsıma ileri doğru bir gelişim olarak kendini gösteriyor.
  • Yadsımanın Yadsınması: Dolayım aracılığıyla, olumlama ile yadsımanın kimi boyutlarını karşılıklı olarak birbirlerine aktarmaları sonucu, içerilip aşılan karşıtlığın bir bütüne dönüşmesi. (Brosius, Tarihin Yapıları)
İşte diyalektik, “şeyleri ve onların tasarımlarını, ideaları, köklü bağlantıları, sıralamaları, hareketleri, başlangıçları ve bitimleri içinde kavra”yan ve görevi “olumlamadan karşıtına varmak olan” yöntemdir.
Bu yöntem, karşıtlıklarla barışık yaşamayı bildiği için, insanı sadece özne olarak kavramaz, aynı zamanda nesne olarak da kavrar.
Bir sonraki yazıda diyalektik materyalizmin tarihe bakışını, yani tarihsel materyalizmi tartışacağız
Barış Yıldırım

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder