15 Mayıs 2012 Salı

Felsefe, Diyalektik, Materyalizm (2): Diyalektiğin Yaman Çelişkisi



İnsan, dünya yüzünde insan olarak ortaya çıktığından bu yana, içinde yaşadığı doğaya dair iki karşıtlığı anlamaya, iki karşıtlığın hesabını vermeye çalışıyor.


  1. Birlik ve çokluk. Görünüşe göre doğa müthiş bir çoğulluk içinde. Birbirine tıpatıp benzeyen iki çam iğnesi bile yok koca dünyada. Fakat evren, aynı zamanda da tuhaf bir birliğe sahip. Milyarlarca çam iğnesinin topuna birden “çam iğnesi” demek bile onları bir olarak gördüğümüze delalet. Çamlara ağaç, ağaçlara bitki, bitkilere canlı demek; bitkiyi hayvanla, hayvanı insanla, insanı çevresini saran her şeyle birlikte görmek de mümkün. Çünkü evrende hiçbir şey, gerek yaşarken gerek öldükten sonra, evrenden başka bir yere gitmiyor, gidemiyor. Hani bazen kendimizi çevremizdeki herkesle ve giderek her şeyle, yani evrenin bütünüyle tek hissederiz ya. Peki nasıl oluyor da hem sonsuz bir çoğulluk, hem de muazzam bir tekillik içreyiz?
  2. Değişim ve aynılık. Yeni doğmuş bebeğe bir ad veriyoruz, bebek büyüyor, yaşlanıyor, ama biz ona 70 yaşındayken de aynı adla sesleniyoruz. Muhtemelen bütün bedeninde tek bir hücre bile aynı kalmadı, ama o hâlâ “aynı” kişi. Biliyoruz ki her şey her an değişiyor, aynı suda iki kez yıkanılmıyor. Ama yine de her yıl aynı nehir aynı tarlaları basıyor. Eğer her şey her an değişiyorsa, değişmeyen tek şey değişimse, sabah evden çıkan ve akşam eve giren kişinin aynı kişi olduğunu nereden biliyoruz? Yok hiçbir şey değişmiyorsa, zaman müthiş bir tekerrür içinde deviniyorsa, nasıl oluyor da dünya başımızı döndüren bir hızla değişiyor?
Parmenides’le Heraklitos’tan bu yana, bütün düşünce tarihi bu iki çelişkinin, bu iki karşıtlığın hesabını vermeye çabalıyor. Sadece batı felsefesine özgü bir şey değil bu. Söz gelişi, “Enel hak” diyen Hallac-ı Mansur, kendisini evrenle bir hissediyordu. Madem ki Tanrı’dan büyük ve Tanrı’nın dışında hiçbir şey olamazdı, insan da tanrıydı o zaman. Nirvana’ya ulaşmaya çabalayan yogilerin aradığı da evrenle aynı birlik.
Hegel’e kadar bu iki evrensel sorunun cevabı tam anlamıyla verilemedi. Hemen bütün düşünürler, hem hareketin hem sabitliğin, hem birliğin hem çokluğun hesabını birlikte verebilmek için teoriler geliştirdiler. Ancak Hegel “ayrımları içinde birlik” tanımıyla gerçekliğin “ne o ne bu” ve “hem o hem bu” olduğunu söyleyene kadar bu tartışma tatmin edici bir noktaya ulaşmadı. Hegel bu kavrayışı ifade etmek için Sokrates’ten Kant’a çeşitli felsefecilerce farklı anlamlarda, ama hep bir çelişkiye işaret edecek şekilde kullanılan ‘diyalektik’ terimine başvurdu.
Ancak Hegel’in felsefesi, bütün tarihi (kimilerince düpedüz Hıristiyanlığın Tanrı’sı olarak yorumlanan) Tin’in kendini açması olarak görüyordu. Teknik terimlerle açıklayacak olursak, felsefi tin, kendi bütünselliği içinde açılır, kendini nesneleştirir; “felsefi tin, kendinin yabancılaşmasından çıkmaksızın, kendini anlıkla, yani soyut olarak kavrayan yabancılaşmış dünya tininden başka bir şey değildir” .
Ancak, Hegel’in felsefesinde diyalektik, Marx’ın deyimiyle “başaşağı” duruyordu ve bu yüzden de iç tutarlılığa erişemiyordu. Engels, Hegelci diyalektiğin bu “başaşağı” duruşunu şöyle tarif eder:
Hegel’de diyalektik, kendi kendine gelişen Fikirdir. Mutlak Fikir, yalnızca bütün sonsuzluk boyunca —bilinmez bir yerde— var olmakla kalmaz, ama aynı zamanda varolan bütün dünyanın yaşayan gerçek ruhudur. Mutlak Fikir, … hepsi de kendi içinde bulunan bütün hazırlayıcı evrelerden geçerek yeniden kendi kendine dönmek üzere gelişir. Sonra, doğaya dönüşerek “yabancılaşır”, orada kendi kendinin bilincinde olmaksızın, doğal zorunluluk kılığına bürünmüş olarak yeni bir gelişmeden daha geçer, ve ensonu insanda kendi kendinin bilincine geri döner; bu kendi kendinin bilinci de kendi sırasında, mutlak Fikir, Hegel felsefesinde tamamıyla kendi kendine dönünceye kadar, tarih içinde, işlenip arınır.
İşte bu yüzden, “Hegel’in elinde diyalektiğin mistisizmle bozulması, ayrıntılı ve bilinçli bir biçimde diyalektiğin genel işleyiş biçimini, ilk kez onun sunmuş olduğu gerçeğini örtemez” diyen Marx yine de kendi yöntemiyle Hegel’in yöntemi arasındaki taban tabana karşıtlığı vurgular:
Benim diyalektik yöntemim hegelci yöntemden yalnızca farklı değil, onun tam karşıtıdır da. Hegel için insan beyninin yaşam-süreci, yani düşünme süreci –Hegel bunu “Fikir” (“Idea”) adı altında bağımsız bir özneye dönüştürür– gerçek dünyanın yaratıcısı ve mimarı olup, gerçek dünya, yalnızca “Fikir”in dışsal ve görüngüsel biçimidir. Benim için ise tersine, fikir, maddi dünyanın insan aklında yansımasından ve düşünce biçimlerine dönüşmesinden başka bir şey değildir. (age)
Marksist diyalektik, “beynimizin fikirlerini, onları mutlak Fikrin şu ya da bu derecede yansıları [Abbilder] olarak, gerçek nesneler” saymaz, “materyalist açıdan nesnelerin yansıları olarak” kavrar. “Fikrin kendisinin diyalektiği, gerçek dünyanın diyalektik hareketinin yalnızca basit bir bilinçli yansısı”dır . Yani “idealist” değil “materyalist” bir diyalektiktir bu.
Bu noktada, Marksist diyalektiğin Hegel’in “metafizik” adını verdiği, bilimsel olmayan yöntemle ilişkisini de görmek gerekir. Bu konuyu da yazı dizimizin bir sonraki yazısına bırakalım.


Barış Yıldırım




http://www.haberfabrikasi.org/s/?p=15593

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder