20 Mayıs 2014 Salı

AFRİKA - TÜRKİYE / MADENLER VE TEKELCİ SERMAYE

Hayat her zaman akademik çalışmalardan, soyut şemalardan, “öteki” vb. gibi moda terimlerden hızlı akar. Ama Lenin buna rağmen “Devrimci teori olmadan devrimci pratik olmaz” diye vurgular. Burada devrimci teori enternasyonal ve ulusal anlamda tüm pratiğin özetlenmesinden başka bir şey değildir. 1970’lü yıllarda, ezilen üç kıtada kurtuluş mücadeleleri tüm şiddetiyle sürerken, sokaklarda “İki, Üç Daha Fazla Vietnam” sloganları yankılanırdı. Che’nin deyişiyle, Vietnam çok yalnızdı; ABD ordularını çok cephede bölmeliydi. Slogana Türkiye’de “Ho Şi Minh” adını da ekledik.

 Uzun yıllar geçti. Avrupa’da SSCB ve sosyalist blokun çökmesiyle soğuk savaşın tek galibi ABD-İngiltere şahinleri oldu. Yaklaşık çeyrek yüzyıldır dünyayı büyük bir rakipleri olmadan askeri-siyasi-ekonomik hegemonyalarının tüm aletleriyle yönetiyorlar. NAFTA, AB, NATO gibi entegrasyon örgütlerindeki güçleriyle doğrudan, Afrika, Asya ve Latin Amerika’daki işbirlikçi oligarşik iktidarlarla dolaylı egemenliklerini sürdürüyorlar. Soğuk Savaş’ın sonuna doğru SSCB liderlerine verdikleri NATO’nun Doğu’ya doğru yayılmayacağı gibi sözlerini her zamanki gibi utanmazca ve pişkinlikle çiğnemekten çekinmiyorlar. Kruşçev’in barış içinde bir arada yaşama politikası ve Gorbaçov’un “Glasnost,” “Perestroyka” sloganları da trajik bir biçimde tarih oldular. Onlarla birlikte, “Avrupa Komünizmi”, “Yugoslav özyönetimci sosyalizmi” de öyle. Emperyalist-kapitalist sistemin zaferinin arkasından ideolojik zaferi de kazanmak için saldırılar, Gezi’deki biber gazlarından daha yoğun yağdı. Önce neo-liberal sisteme karşı alternatif olmadığına dair yayınlar aktı. Sonra kitlesel işçi kalmadığını, işçi sınıfının atomize olduğunu söyleyen yayınlar. Arkasından Ortadoğu’da yeşil kuşağın aslında bir tür “demokratikleştirici” olacağını vurgulayan ve sonuçta Türkiye’de ve “Büyük Ortadoğu"da siyasal İslami demokrasi” kurulduğunu söyleyen araştırmalar aktı. Türkiye’nin “sol yayınevleri” çoğunlukla eski anti-Sovyetik tutumun da etkisiyle bir kuşağın bilincini kimlik mücadeleleri, devrimsiz ve sosyalizmsiz siyasal demokrasi ağırlıklı çevirilerini dalga dalga piyasaya sürdüler. Çünkü devrim başka bahara kalmıştı; emperyalizm ya yoktu ya insanileşmişti. Şimdi her biri yazanların (özellikle de bir zamanlar solcuysalar) tüylerini diken diken edecek tahliller ABD, Kanada, İngiliz, vb. üniversitelerinin araştırmalarıyla hepimizin evlerine girdi.

Aydınlar enformasyonla çalışırmış! Yeni sosyal bilimler böyle söylüyor. Enformasyon akışı yanlışsa yapacak bir şey yok! Aslında çeyrek yüzyılın bütün kapitalist teorilerinin Türkiye’de özeti çok basit: “Siyasi demokrasi için eskiden sol Kemalizm, sosyal-demokrasi gibi akımlarla ittifak kurabilirdi. Aslında siyasal İslamla ittifak kurulmalı, siyasi İslam desteklenmeli; ABD-İngiltere bloğu ve NATO hakimiyeti sarsılmamalı!” Neredeyse hiçbir ciddi ideolojik mücadele verilmeden, bütün bu çizgi Gezi’de halkın kendiliğinden direnişiyle kırıldı. Daha öncesinden Tekel direnişi, işçi sınıfının ölmediğini göstermişti.

Tersanelerde, kot kumlama atölyelerinde, mevsimlik işçi merkezlerinde, Zonguldak ve Soma kömür madenlerinde yaşananlar, “Elveda proletarya” diyenlerin, kapitalizmin kesin zaferini ilan edenlerin her zamanki gibi çok acele ettiklerini gösterdi. Kölelik koşullarında, sendikasız, sosyal güvencesiz çalışmanın ne kadar yaygın olduğu ortaya çıktı. Madenlerde ağır sömürü, kazalarla herkesin kafasına dank etti. Bütün fütürist, hayali, ütopik “yaşam tarzı sosyalizmleri”nin 19. Yüzyıl ütopik sosyalizmlerinden hiçbir farkı olmadığı görüldü. En ağır mutlak artı-değer sömürüsünün zorlandığı her yerde kitlesel ölümler hepimize bütün çelişkiler (sınıfsal, ulusal, cinsel, dini, vb.) içinde temel çelişkinin emek-sermeye çelişkisi olduğunu gösterdi.

Yaklaşık on yıldır kafamıza vurulan her “teori” palavra çıktı. Bu kadar ağır emek sömürüsü ve ilkel kapitalizmle uluslararası kapitalist sistemle bütünleşmeye çalışan bir ülkede, “İslami siyasi demokrasi” dünyada eşine çok rastladığımız sıradan faşizmlerden, kaba doğrudan diktatörlüklerden başka bir üst yapı yaratmaz. Çünkü bu ilkel emek sömürüsü işçi sınıfı, çalışanlar, yoksul köylülük ve tüm emekçilerin (hizmet sektörü dâhil) örgütlenme ve ifade özgürlüklerinin boğulması üzerine kuruludur.  Rastlantıya bakın ki, Soma kazası hâlâ Güney Afrika’da madenlerde grevler, huzursuzluklar sürerken geldi. Orada Afrika Ulusal Kongresi’nin (Güney Afrika Komünist Partisi’nin deyişiyle) Milli Demokratik Devrimi yerinde çakılı kaldı. Ülkenin zengin maden yataklarının mülkiyetine ANC’nin bazı liderleri ve kabile şefleri ortak oldu. Tekelci sermaye egemenliğini pekiştirirken, madenlerin önünde kurşuna dizilen işçilere ateş eden polislerin arasına siyah polisler eklendi. Oysa Mandela Afrika ulusal kurtuluş hareketlerinin simge ismi, devrimin baş kahramanıydı. Güney Afrika’nın siyasi devrimi de ekonomik ve sosyal devrimlerle tamamlanmadı. “Zamanın ruhu”na uygun olarak, ANC de kapitalist olmayan yoldan değil, bizzat kapitalist yoldan, siyah bir burjuvazi yaratıp uluslararası kapitalizmle bütünleşme yolunda epey mesafe aldı. Şu anda Afrika madenleri uluslararası kapitalist sistemin can damarları gibi çalışıyor: Petrol, altın, gümüş, tantal çocuk ve köle emeği ağırlıklı tam neo-liberal emek sömürüsüyle dünya metropollerine akıyor. Afrika’da yaşanan sömürgeci vahşetin tek açıklaması budur.

Ezilen halkları sosyalizme götüren bir kesintisiz devrim dışında kurtuluş olmayacağı, kurtuluşun işçi sınıfından geleceği gerçeğini bir kez daha görüyoruz. Kapitalist üretim tarzı temelinde emek sömürüsü durdukça, yeraltına da uzanan kapitalist “altyapı”dan sadece yeni Zonguldaklar, yeni Somalardan başka bir şey çıkmayacağın anlamak için daha kaç bin emekçinin ucuz emek “cennetler”inde mahvolması gerekecek? Kimse timsah gözyaşları dökmesin. Kimse bu ilkel, barbar burjuvaziden medet ummasın. Bazen susmak da erdemdir! Çeyrek yüzyıldır, kapitalizmin uygarlığı derslerini dinledik. “O anlamda, bu bağlamda; şu süreçte, bu aşamada” laflarından bıktık.  Çeyrek yüzyıldır, neo-liberal politikanın orasını burasını ambalajlayıp güzelleştirme çabalarının artık sonuna geldiniz. Şimdi eski tarih ciltlerinden kafanızı kaldırıp madenlere yığılan ucuz emek-gücünü, işsiz ordusunu görün! Şimdi Türkiye kapitalizminin ambalajlayıp topluma sunduğunuz şirinliklerinin hayali olduğunu anlayın. Evet, umut etmek güzeldir. “Demokrasi” umut etmek, “Türk ihvanı”ndan da olsa demokrasi beklemek tabii ki her aydının “hakkı!” Ama artık umutlarınız başka bahara kaldı. Zonguldak ve Soma’da yeraltında kül olan 500’den fazla emekçinin hatırı için yeni bir paradigma düşünmeye başlayın.

Sonsöz yerine:


Bize sürekli eski solcular meselesini soranlara kısa bir cevap olsun. Uzun-kısa mahpusluklardan sonra tüm kardeşlerimiz elbette kendi “sınıf”larına döndüler. Hiç kimse kamu hizmetlerine girmeyeceğine göre, mülteci olmayanlar ya kendileri küçük işletmeler kurdular; kendi başlarına çalıştılar ya da kafa ve kol emekçileri haline geldiler. Küçük işletmelerde emek-gücü kiralayanların, küçük ya da orta ölçekli işletmelerde patronluk yapanların düşünceleri süreç içinde değişti. Ruhları “emek”ten yana olmaya çalışsa bile bedenleri denklemin sermaye tarafında kaldı. Bu kişilerin yeni siyasal ideolojileri (sosyal-demokrasi, milliyetçilik, vb.) burada hiç önem taşımıyor. Bu durum hiç kimsenin kendi seçimi değildi. Fakat 1990’lı yıllardan başlayarak SHP, YDH gibi yapılarda yer almak insanların kendi seçimiydi. Şimdi iktidara toz kondurmamak için çaba harcarken, genelde ABD-İngiltere hegemonyasına koşulsuz destek verirken, Mao’nun deyimiyle “mızrağın sivri ucu”nu geçmişin hayaletlerine doğrultanlar da aynı durumdalar!   

Ali ÇAKIROĞLU                                         

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder