26 Kasım 2013 Salı

TARİH SAATİ

Tarih saatinin tik takları hiç duyulmasa da tıkır tıkır çalışır saat. Salise, saniye, dakika, saat, gün, ay, yıl, on yıl, yüzyıl diye böleriz zamanı. Bu yolla zamanı uzaydan ayırır, mutlaklık yükleriz. Uzay-zaman süreklisini bir şekilde bölmemizin tek amacı başlangıçta tohum ekme zamanlarını belirleyebilmekti. Sanayi devriminden sonra ilk buharlı trenler raylarda sefer yapmaya başladığında, artık saniye ve dakikaların da önemi ortaya çıktı. Şimdi bireylerin ve kuşakların tarihini sembolik önem taşıyan günlerle yazıyoruz: 12 Mart, 30 Mart, 24 Nisan, 1 Mayıs, 6 Mayıs, 12 Eylül, vb… Böylece günler bağımsız varlık kazanıyor, uzaydan, yani tarihi ortamından kopuyor.
 
Dedeleri seferberlik, İstiklal Harbi görmüş kuşağın torunlarıyız. 68’de ilk devrimci kitlesel gösteriler, “II. Kurtuluş Savaşı” sloganıyla başladığında, “1. Kurtuluş Savaşı”nın gazilerinin diyecekleri çok merak edilirdi. Her ailede ya seferberlikte İngiliz’e esir düşenler olurdu; ya da Kuvayı Milliye gazileri. Anlaşılmaz olan Yunan’a, Ermeni’ye, Fransız’a, İtalyan’a kimsenin esir düşmemesiydi! Herhalde ya “İngiliz” düşmanın genel adıydı ya günümüzün ABD’si gibi dünyanın egemen gücü olduğundan diğerlerine kıyasla İngiliz’e esir düşmenin farklı bir cakası vardı! İlk devrimci abilerimiz bu gazilerin anılarını dinlediklerinde bireysel trajediler, harbin zorlukları, açlık ve sefaletten başka bir öykü duyamazlardı. Hiç biri “biz emperyalizme karşı savaştık. Sıra sizde” gibi duymak istedikleri sözleri onlardan duyamazdı. Nutuk’tan, Karabekir’in harp hatıralarından görünen dünya, ömür boyu “nefer,” “onbaşı,” “çavuş” gibi unvanları taşıyan o insanların dünyasını hiç yansıtmazdı. O gazilerin “derya içre olup da deryayı bilmeyen balıklar gibi” oldukları da söylenemez. Demek ki yazılan tarihler, her şey olup bittikten sonra hatırlanan, yazılan anılar, tahliller sadece uzay-zaman süreklisini birbirinden koparmıyor, ama hatırlanan zamanı da bir hayli “büküyordu.”

Bu benzetme 68’li abilerimiz ve 78’li can kardeşlerimiz, yoldaşlarımızın durumuna tıpatıp uyuyor. Dile kolay, 20’li, hatta bir kısmı henüz 20’sine varmadan “devrimci seferberlik” “II. İstiklal Harbi” gibi tarihsel olaylara dalmıştı. Şimdi 50’li, 60’lı yaşlarını süren bireyler ve kuşağın trajedisi gerçekti. Tarihteki benzerlerini saymaya kalkarsak koca bir kütüphane dolusu ciltler bile yetmez: Köle isyanları, köylü isyanları, ilk proleter isyanları, halk isyanları… Genelde hepsi dağınık, örgütsüz ya da yarı-örgütlü, kahramanlık destanlarıyla, ihanet, ikili oynamalarla, vb. dolu trajik yenilgilerdir. Karşı-devrimci dalga önüne gelen her şeyi ezip geçen tsunami gibi kabardığında, bir dala tutunarak, yüksekçe bir yere çıkarak ya da tesadüfen sağ kurtulan kişinin büyük trajedisi başlar. Hemen hemen tamamı dinsel biçim ve içerikler altındaki geçmiş mücadeleler dinsel ve batıl inançları bireylerin kaderciliğiyle bu trajedileri bir ölçüde dengeleyebiliyordu. Her şeyin yüce bir irade tarafından belirlenmesi belli bir rahatlama sağlıyordu. Ama Ekim Devrimi dünyasında, Soğuk Savaş dünyasında rasyonel, diyalektik düşünen, ateist devrimci birey, büyük çöküşün üzerindeki izlenimini neyle dengeleyebilir? Hangi teori, hangi tahlil, hangi tarih araştırması, 12 Eylülde ve 1990’lı yılların başında orta ya da uzun vadede de olsa gelecekle ilgili tüm umutların çöküşüne ilaç olabilirdi? Cephede yoğun ateş altında kalan en iyi eğitilmiş askerlerin bile tehlikeli olduğunu bile bile birbirlerine sokulması gibi, o kuşağın 50’li, 60’lı yaşlardaki insanları da kapitalizmin ateşi altında birbirine sokuluyor. Artık kapitalist kuşatma altında değiller; kapitalizm bütün kalelerini fethetmiş! Yıkmak istedikleri kapitalizmin içinde “meta üreticisi,” “emek-gücü satıcısı” gibi ekonomik politik seminerlerinde dinledikleri, okudukları kavramları her an gerçek hayatta deneyimliyorlar. Kapitalizmi ve para denen nesneyi tanıyorlar. Bizimki gibi az gelişmiş kapitalizmden kaçıp uzak diyarlara iltica edenler göçmenlik trajedileriyle de boğuşuyorlar: Yeni kültürlerle karşılaşma, kültür şoku, yabancılaşma, vb.

“Evren Paşa’nın 12 Eylül’ü,” “Bonapart’ın 18. Brumeir”i, Yunanlı Albayların cuntası, Nikos Samson darbesi… İlki dışındakiler bireysel anı ve tarihlerin ötesine geçmiş, ciddi ciddi tarih olmuşlar! İlki bireysel trajediler sarmalından henüz çıkarılamamış. Hatta Türk-İslam senteziyle, zorunlu din dersleriyle, 24 Ocak kararları ve Özal’ın Thatcher-Reagan neoliberalizmini Türkiye’ye uygulaması ve uygulamanın kesintisiz sürdürülmesiyle bağı bile ortaya konulmamış. A’yı söyleyen B’yi de söylemek zorunda. Neo-liberalizmi savunanların lafta 12 Eylülle hesaplaşma söylemlerine inanmakla, küreselleşmenin NATO’nun dünya halklarına “askeri darbeleri”ni suskunlukla geçiştirmekle varılacak hiçbir yer yok. 12 Eylülün her işkencehanesinde yaşananları Milton Friedman imzalı ekonomi politikalarının tüm sonuçlarıyla bir araya getiremezseniz, 12 Eylülün felsefesi ve ruhunu sadece ruhunuzda kalan izlerle açıklamaya çalışabilirsiniz. O zaman bütün bir halka yaşatılan acıları görmezlikten gelir, kendi dışınızda da yaşanan büyük toplama kampında olup bitene gözünüzü kapatırsınız. Yaşanan bunca acıya, kahramanlıklara, şehitlere, bireysel trajedilere rağmen çok uzun yıllar sonra bile ülkenin rotasının çizilmesine hiçbir katkısı olmayan eski ve yeni solun başarısızlığı burada yatar.   

Ali Çakıroğlu
12 Eylül 2011

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder