Filistin Halk Kurtuluş Cephesi kurucusu George Habaş ile
gerçekleştirilen ve FHKC'den Filistin direnişine kadar birçok konunun
konuşulduğu röportajı Haksöz Dergisi'nden alıntılıyoruz:
Lidda'dan
ayrıldığınızda kaç yaşındaydınız? Çocukken de siyasi bilince sahip miydiniz?
1936-1939
yılları arasındaki Büyük İsyan (Büyük
isyan sırasında 112 Filistinli İngilizler tarafından asılarak öldürüldü) esnasında ilkokul öğrencisiydim ve Filistinli
milliyetçiler tarafından organize edilen grevler ve Britanya karşıtı gösteriler
ve bu gösterilerde atılan "Kahrolsun sömürgecilik!" ve
"Kahrolsun Balfour Deklarasyonu!" gibi sloganlar hafızamdaki
tazeliğini hala korumakta. Okulumuzun müdürü Tevfik Ebu Suud ateşli bir
milliyetçiydi. Bir defasında hatırlıyorum genç öğrenciler koridorda kendi
aralarında kavga ediyorlardı; onları cezalandırdı ve şöyle söyledi onlara:
"Kendi aranızda kavga edeceğinize Yahudilerle kavga edin". Diğer bir
gün matematik öğretmenimiz ayağa kalkmamızı ve bir dakika ses çıkarmamamızı
İstedi. Bunu neden yaptığını anlayamamıştım ve hiç kimsenin de anladığını
zannetmiyorum. Bir dakika dolduğunda öğretmenimiz şunları söyledi": Bu
andan itibaren benim genç delikanlılarım yurtları için savaşmak üzere
darağaçlarına bile giderler". Bu olay beni çok etkilemişti. Sizin
anlayacağınız geniş anlamda milliyetçiydim fakat siyasi bir kariyer yapma
düşüncem yoktu.
Siyasetle
ilgilenmeye Beyrut Amerikan Üniversitesi'nde mi başladınız?
İlk başlarda
çalışmalarım üzerinde yoğunlaşmıştım fakat daha sonraları bazı önemli
olaylardan derin bir şekilde etkilendim. Sözgelimi Birleşmiş Milletler'in 1947
tarihli Filistin'i bölme kararı. Ülkemin bölünmesini kabullenebilmek çok zordu.
Ve Filistinliler 1948 yılında yurtlarından çıkarılmaya başlandıklarında güçlü
ve büyük Arap dünyasının bir avuç çeteciyle nasıl olup da baş edemediğini merak
etmeye başladım.
Tıp
fakültesindeki ikinci yılımın İlk günlerinde Nablus kentinden gelen arkadaşım
Matuk el-Esmer, Profesör Konstantin Zureyk'in (Ortaokul seviyesinde özel bir Katolik okulu) 20-25 öğrenciye kapalı bir seminer verdiğini ve bu
seminerlerde Arap milliyetçiliğinden, Arap ulusundan ve bir rönesans
ihtiyacından bahsettiğini söyledi. Bu seminerlere katılmaya başladım. Matuk
ayrıca Beyrut Amerikan Üniversitesi'nden mezun olmuş Ramiz Şihadeh isimli
kişiyle Arap birliğinin nasıl sağlanacağını ve Filistin'in nasıl
kurtarılabileceğini tartışmak İçin bir görüşme yapmamızı istedi. Fakat tam bu
sıralarda Lidda'ya dönmeye karar vermiştim dolayısıyla bu görüşme hiç
gerçekleşmedi.
Lidda'ya 1948
savaşı sırasında mı döndünüz?
1948
Haziran'ında döndüm. Akademik yıl sona ermişti ve üniversite kapanmıştı. Bu
sıralarda Siyonist güçler Jaffa halkını yurtlarını terk etmeye zorluyorlardı ve
Filistin'den göç çok fazla artmıştı. Benim ailem de dahil olmak üzere bir çoğu
Lidda'ya gitti. Ailemin hali vakti yerindeydi, babamın bir dükkanı vardı yani
tüccar diyebilirsiniz. Onlar benim Beyrut'ta kalmamı istedikleri için bana
sürekli para gönderirlerdi. Annem sürekli endişelenirdi benim için.
Bu yüzden ben
Lidda'ya dönünce çok şaşırmışlardı. Benim bu duruma alışabileceğime
inanamadılar. Ben de içinde bulunduğum durumu gözden geçirdim. Savaşabilir
miydim? Tıp çalışmaya başladığım için bu alanda hizmet verebileceğimi düşündüm.
Lidda Hastahanesi'nde Zahlan ailesinden bir doktor vardı. Doktor Mustafa
Zahlan'ın asistanı olarak çalışmaya başladım.
O zamanlar
Lidda'da durum nasıldı?
Yahudilerin
eline geçmemiş diğer kasaba ve köylerde olduğu gibi olağanüstü bir endişe
hakimdi Lidda'da da. Hava saldırıları halkın arasında terör yaratıyordu ve
kasaba Siyonist çetelerin saldırılarına maruz kalmış çevre bölgelerden gelen
mültecilerle dolup taşmaktaydı. Arap Yüksek Komitesinin Lidda şubesinin başkanı
Hacı Emin el Hüseyni halkı kalması için zorluyor, hatta onların kasabayı terk
etmelerini engellemeye çalışıyordu. Bazıları Lidda yakınlarında bulunan Arap
Lejyon gücünün varlığından dolayı kendilerini güvende hissediyorlardı. (100 askerden oluşan küçük bir güç. Bu güç Lidda ile Ramla
arasında konuşlanmıştı.) Yahudi güçler
topyekün saldırıya geçtiğinde bu gücün kenti koruyacağını düşünüyorlardı. (Dani Operasyonu, 9-10 Temmuz tarihlerinde başladı.şehirde
oturanların tamamen sürgün edilmesi 14 Temmuzda tamamlandı.)
Saldırı
başladığında siz neredeydiniz?
Hastanede Doktor
Zahlan'a yardım ediyordum. Hastane ölü ve yaralılarla dolup taşıyordu ve
vaziyet korkunçtu.
Annemin teyzesi
hastaneye beni görmeye geldiğinde çok meşguldüm. Annemin beni merak ettiğini
bundan dolayı eve dönmem gerektiğini söyledi. Tabi ki bu teklifi reddettim.
Sonunda çok sevdiğim (kendini kontrol etmek için ara verdi) büyük kız
kardeşimin öldürüldüğünü söyledi. Sokakta koşmaya başladım ve büyük bir
karmaşanın olduğunu gördüm. Yol boyunca ölü ve yaralı insanların ki onların bir
kısmını tanıyordum yerlerde yattıklarını gördüm.
Kız kardeşimi
evin yakınlarında bir yere gömdük çünkü mezarlığa gidememiştik. Üç saat sonra
evimize saldıran Yahudi askerler evlerimizi terk etmemizi istediler. Defolun
gidin diye bağırmaya başladılar. Annem ve kız kardeşimin çocukları bir de
yanımızda götürmek zorunda olduğumuz küçük bir kız çocuğu olmak üzere diğer
akraba ve komşularımızın yaptığı şekilde bulunduğumuz yerleri terk etmeye
başladık. Nereye gittiğimizi bilmiyorduk fakat Yahudi askerler gitmemizi
emretmişlerdi. Yürümeye devam ettik. Sıcak bir Ramazan günüydü. Etrafımızdaki
bazı insanlar bu günün Mahşer günü olduğunu bazıları ise çoktan Cehenneme
gittiğimizi söylüyorlardı. Kasabanın dış mahallelerine geldiğimizde kasabayı
terk edenlerin üzerlerinin arandığı yahudi kontrol noktasıyla karşılaştık. Biz
de silah yoktu. Fakat komşumuzun oğlu Emin Hanhan belli ki üzerinde bir miktar
para gizlemişti. Onların üzerini aramalarına izin vermedi. Siyonist bir asker
gözlerimizin önünde onu kurşunlayarak öldürdü. Annesi ve kız kardeşi ağlayarak
üzerine kapandılar. Onun kardeşi Bişara'yla ilk okulda birlikte okumuştuk ve
arkadaşlık yapmıştık. Birlikte ders çalışmış birlikte oynamıştık. (Yeniden
duygularını bastırmaya çalıştı.)
Benim neden bu
yolu seçtiğimi ve neden Arap milliyetçisi olduğumu merak ediyorsunuz. Bunun
sebebi Siyonizmdir. Birde kalkmışlar bütün bunların üzerine barıştan
bahsediyorlar. Ben Siyonizmin ne olduğunu kendi gözlerimle gördüm.
Ailenize ne
oldu?
Biz Ramallah'a
gittik. Ailem daha sonra Amman'a taşındı. Bende tıp tahsilimi devam ettirmek
için Beyrut'a geri döndüm.
Üniversitedeki
geri kalan yıllarınızda neler yaptınız? Öğrenci arkadaşlarınızdan hangilerini
hatırlıyorsunuz?
Hani el Hindi (Suriyelidir ve Habaş, Haddad, ve el Katible birlikte Arap
Milliyetçi Hareketinin kurucularındandır. Daha sonra ise 1958 yılında kurulan
ve 1961 yılında dağılan Mısır Suriye Birleşik Arap Cumhuriyetinde (BAC)
bakanlık yapmıştır.), Vadi Haddad (Yunan Ortadoksu. Habaş gibi Beyrut Amerikan Üniversitesinde
tıp tahsili yapmıştır. Habaş’ın sağ kolu olmuştur ve Filistin Halk Kurtuluş
Cephesinin operasyon komutanlığını yapmıştır.),
Ahmet el Katip (Kuveytlidir. O da Amerikan
Üniversitesinde tıp tahsili yapmıştır. Daha sonra Kuveyt parlamentosunun bir
üyesi olmuş ve muhalefet liderliği yapmıştır.),
Salih Sibel, Hamid el Cuburi ve diğerleri (Şibel
Filistinlidir. Cuburi ise Iraklı.).
Biz Lübnan’ın her tarafında üyeleri bulunan siyasi bir öğrenci hareketinin bir
unsuruyduk.
Öğrenci
faaliyetlerinin ötesinde birtakım şeyler yapmayı düşünüyor muydunuz?
Şüphesiz. Vadi
Haddad, Ahmet el Katib ve Hani el Hindi ile beraber doğrudan eylem fikrinden
yani -hızlı ve etkili- eylem fikrinden etkilenmiştik. O zamanlar gençtik. Hani
el Hindi Suriye'de bizim düşündüğümüz gibi düşünen insanların olduğunu söyledi.
Kataib el- Fida el-Arabi (Arap Komando Müfrezesi) işte böyle kuruldu. Ben,
Hani, Cihad Dahi (Suriyelidir. Daha sonra Birleşik Arap
Cumhuriyetinde bakanlık yapmıştır.),
Mısırlı Hüseyin Tevfik ve diğerleri Kataib el Fida da aktiftik. Başlıca
hedeflerimiz öncelikle vatan hainleri daha sonra İngilizler ve son olarak
İsrail'di. Fakat Hüseyin Tevfik, Şişhakliye (1953-1954
yılları arasında Suriye’nin devlet başkanlığını yapmıştır.) yönelik başarısız bir suikast girişiminde bulunduktan
sonra (Hani, Cihad ve benim onayım olmaksızın gerçekleştirilmişti bu suikast)
Filistin’in bu tür taktiklerle kurtulabileceğini umut etmenin mantıksız
olduğunu düşünmeye başladım ve siyasi bir hareket başlatmanın zamanının
geldiğini düşündüm. Hani'nin ve benim zihnimde Arap birliğini sağlamaksızın
Filistini kurtarmanın mümkün olamayacağı fikri iyice belirginleşmişti. Bizim
düşüncemize göre bir örgüt dava için kişisel kariyerlerini terk edebilen ve
kendilerini davaya adayan insanlardan oluşabilirdi. Böylece Arap Milliyetçi
Hareketinin(AMH) çekirdeği oluşmaya başladı.
Şüphesiz geniş
Arap milliyetçisi bir akım mevcuttu bizden önce. Fakat AMH'yi diğerlerinden
ayıran şey AMH'nin Filistin’in kurtuluşunun Arap Birliğinin sağlanmasıyla
mümkün olabileceği düşüncesine sahip olmasıydı.Hareketin çok sağlam olması
gerektiğine inanıyorduk.
Çekirdek grubun ideolojik
bir temeli var mıydı?
Nakbah hakkında
yazan Zureyk ve daha sonraları Arap milliyetçiliğinin babası olarak bilinecek
olan Sati el Husari (1940’larda Irak’ta eğitim direktörlüğü
yapmıştır. Arap milliyetçiliğinin önde gelen bir teorisyenidir. 1950 ve
1960’lardaki Arap milliyetçi düşüncesi üzerinde derin bir etki oluşturmuştur.). Bir defasında Husariye 1948 savaşını neden kaybettiğimiz
hususunda bir soru sorulduğunda şöyle cevaplamıştı bu soruyu; "Çünkü biz o
zamanlar 7 devlettik." Tabi ki Zureyk ve Husariyi okumak yeterli değildi.
Siyasi bir hareket oluşturmayı düşünmeye başladığımızda her şeyi okumamız
gerektiğini fark etmiştik. Biz siyasi bir vizyona ve kendisini sözlerle değil
eylemle kanıtlamış sağlam bir teşkilata sahip oluncaya kadar bir hareket
oluşturmamaya karar vermiştik.
Yeniden ideoloji
konusuna dönecek olursak Marksizm henüz bizim ilgi alanımıza girmemişti.
Sovyetler Birliği bölünmeyi desteklediği için Marksizm’e soğuk bakıyorduk. Biz
öğrenmek için yoğun bir çaba gösteriyor ve yoğun bir okuma gerçekleştiriyorduk.
Hani ve Vadi Haddadla birlikte Alman ve İtalyan birleşme hareketlerinden,
Fransız devriminden bahseden birçok tarih kitabı okuduk. Ayrıca ben Kuran-ı
Kerim'i de okudum. Vadi de okudu. Ben hala Vadi ve Haninin okumaya nasıl daldıklarını
o günkü tazelikle hatırlarım.
Biz öncelikle
kendi kendimize dürüst olmakta ısrarlıydık. Teşkilatın kuruluşunu açıklamadan
önce 3 yıllık bir düşünme süresi geçirmiştik. 1951 de teşkilatlanmaya başladık.
Ben Amman’a gittim Vadide arkamdan geldi (Habaş
ve Haddad Amman’da 1957 yılına kadar faaliyet gösteren bir halk kliniği
açmışlar ve insanları parasız tedavi etmişlerdir.). Orada şunu anladık bütün mesaimizi hareket için
harcamalıydık ve kendimizi adamadan çok büyük şeyler beklememeliydik. Ahmet
Katib Kuveyt'e gittiğinde 100 dinar toplamış ve bu miktarın 90 dinarını bize
göndermişti. Şimdi başlayabiliriz demiştik.
Arap Milliyetçi
Hareketini yeniden oluştursaydınız neleri değiştirir neleri olduğu gibi
bırakırdınız?
Demokrasiyi
temel bir düstur olarak aileden başlayarak okullara, kulüplere, derneklere
taşırdım. Siyasi faaliyetlerde, teşkilatlarda, partilerde ve devlet
kurumlarında demokrasiyi getirecek düzenlemeleri yapardım. Yani sizin
anlayacağınız Filistini kurtarmanın yanına demokrasi meselesini eklerdim.
Ayrıca ben
birleşme deyince şunu anlıyordum; Mısır ve Suriye 1958 yılında Nasırın
önderliğinde hiçbir ön hazırlık yapmaksızın hemen ve bütüncül bir şekilde
birleşecekler. Şimdi ise birleşmeyi farklı bir şekilde anlıyorum. Birleşme
öncelikle birbirini tamamlama şeklinde anlaşılmalı ve ekonomik, sosyal ve
kültürel alanlarda birleşmeyi sağlayacak adım adım uygulamaların
birikimlerinden oluşan bir süreç olarak görülmelidir.
Bölgesel anlamda
yakınlaşmanın başarılı adımlarının atıldığını görüyorum sözgelimi Mağrib
devletleri, Mısır ve Sudan, Arap yarımadası ve Körfez ülkeleri.
Bir de sosyalizm
meselesini ele alalım. Sosyalizm başlangıçta bizim gündemimizde yoktu. Bizim
sloganımız şuydu; Birlik, Kurtuluş ve İntikam, intikam Filistine yapılanların
intikamını almaktı. Sosyalizm daha sonraları parti içerisindeki etkileşim
sonucu gündemimize girmiştir.
Şu hususu
vurgulamalıyım; benim temel fikirlerim olaylara gösterilen tepkiler sonucu
oluşmuştur. Gerçek olaylar benim düşünce çizgimi oluşturmuştur. Okumak ve parti
tartışmaları da bir rol oynamıştır düşünce çizgimin oluşumunda. Fakat
sorarsanız ki George Habbaş'ın fikri yapısını etkileyen ana unsur nedir? Benim
cevabım şu olacaktır; olaylar. O olaylarda şunlardır; Mısır-Suriye Birleşik
Arap Cumhuriyetinin (BAC) 1961'deki dağılışı, 1967 savaşı, 1973 savaşı ve
İntifada. Önce bir olay meydana gelir, daha sonra bu olup bitenler hakkında
tartışmalar yapılır daha sonra bunlar okunur. Olaylar, bu olayların etkileri ve
okuma. Bu şekilde bir seyir söz konusudur.
Yeniden
sosyalizm konusuna dönebilir miyiz?
Kitlelerin her
hususta bir temel unsur olduklarını bilmemize rağmen az önce söylediğim gibi
sosyalizm başlangıçta bizim gündemimizde değildi. Bu açıdan ilerlemeciydik.
Sonra
sosyalizmin gerçekleşmesi için gerekli olan aşamaları belirten önemli bir
genelge yayınladık. Hareketin ideolojisini göz önüne aldığınızda bu ileri bir
demokrasi için ilk adımı teşkil ediyordu. O günlerde biz hareket içerisinde
bölünme yaratmaksızın bir dönüşüm gerçekleştirebiliyorduk. Bu şekilde bir
işleyişi sürekli hale getirebilseydik AMH dağılmayacaktı.
İşin aslı parti
içerisinde Suriye ile birleşmenin tartışıldığı zamanlarda Nasır sosyalizmi
savunuyordu. Biz 1959 başlarında Beyrut'ta Muhsin İbrahim'in (Lübnanlı bir şiidir. Daha sonra AMH den ayrılan sol franksiyonun
liderliğini yapmıştır ve son olarak ta Lübnan’da faaliyet gösteren Komünist
Eylem Örgütünün liderliğini yapmıştır.)
başkanlığını yaptığı Muhammed el Zeyad'ın, Joseph Mughaizel'in, (Lübnanlı bir Marunidir. İyi bir avukat olmuştur ve Arap
Kültür Klübünün başkanlığını yapmıştır.)
Abdül Hamid Şerefin (Haşimidir. Irak kraliyet ailesinin bir
mensubudur, Daha sonra Ürdün devletinin başbakanlığını yapmıştır.) ve Ahmet Staitiyya'nın üye olarak bulundukları bir kültür
komitesi kurduk. AMH'nin komuta kademesiyle kültür komitesi arasındaki
müzakereler sonucu sosyalizmin gündeme alınmasına ve intikam sloganının
"Filistin’in kurtarılması" terimiyle değiştirilmesine karar verildi.
Sonuncu değişiklik kültür komitesinin tavsiyesiyle gerçekleştirilmişti. Çünkü
intikam kelimesi popüler bir şey değildi. Komite ayrıca Yahudilerle
Siyonistlerin bir tutulmamasını tavsiye etti.
Daha önce
Birleşik Arap Cumhuriyeti'nin(BAC) dağılmasının sizin sosyalist
düşüncelerinizde büyük bir boşluk oluşturduğunu ve sizin Marksizm’e yönelmenize
yol açtığını söylemiştiniz.
Birliğin
dağılması gözümü açtı. Dağılmaya yol açan güçlere bakmaya zorladı beni. Sınıf
mücadelesini daha iyi anlamamı sağladı. Sınıf mücadelesinin toplumumuz da bir
faktör olduğunu fark ettim. Ayrıca Vietnam savaşından dersler çıkardım. Hem
Arap milliyetçisi olmanın hem de aynı zamanda gerçek bir sosyalist olmanın
tezat oluşturmadığını düşünüyorum.
Benim
Marksizm’le daha içli dışlı olmam 1967 savaşından sonra olmuştur. Benim
Marksistliğim Suriye’deki hapislik günlerimde ilerleme kaydetmiştir. Bu hususta
gardiyanım Abdülkerim el Cundiye minnettarım. Beni bitirmek ve zarar vermek
düşüncesiyle 9-10 ay boyunca yalnız başıma yaşamamı sağlamaya çalıştı. Ben
bütün vaktimi Marks, Engels, Lenin, Ho Chi Min ve Mao’nun eserlerini okuyarak
geçirdim. Daha sonra Filistin Halk Kurtuluş Cephesi'nin ikinci ulusal
konvansiyon bildirisini yazdım.
Şu anda silahlı
mücadele açısından Filistin Halk Kurtuluş Cephesiyle Fetih arasındaki ilişkiyi
nasıl değerlendiriyorsunuz?
Silahlı
mücadele, Yaser Arafat boyun eğinceye ve Oslo anlaşmasını imzalayıncaya dek
bizimle Fetih arasındaki ortak bir paydaydı. Fakat önemli meselelerde farklı
görüşlere sahiptik. Sözgelimi Filistin'le Arap milliyetçiliği arasında bir bağ
olduğunu ve Filistin’in kurtuluşunun bu bağın sağlanmasıyla
gerçekleşebileceğini ısrarla vurguladık. Fetih’in büyük hatası ölümcül hatası
Filistin davasını Arap milliyetçiliği davasından ayrı görmesiydi.
İkinci
farklılığımız sınıf boyutuyla alakalıdır. Burjuva kendi sınıf hedeflerini elde
edince kavgayı sona erdirir. Oslo ekibi de belli bir sınıf kesimini temsil
etmektedir ve onlarda aynı şeyi yapmışlardır. Çünkü onlar bir başarı elde
ettiklerine inanmaktadırlar. Peki, kitlelere ne olacaktır? Onların çıkarları ne
olacaktır? Kitlelerin şu anda neyle karşı karşıya olduklarına bakalım.
Filistinli kitlelerin Fetih’in yol açtığı bir bozulmayla karşı karşıya
gelmeleri akıllara durgunluk veren bir felakettir. Aynı kitleler bütün
savaşlara ve kendilerini mağlup etmeye çalışan bütün çabalara rağmen hayatta
kalmayı başarmışlardı. İşgale uğrayan ya da uğramayan bölgelerde Siyonist
askeri aygıtına direndiler. Fakat şimdi otuz yıl sonra aynı kitleler baskıcı
devlet aygıtının demokrasiyi boğması ve milliyetçi kurum ve başarıları
zayıflatması yüzünden burjuva idaresi altında umutsuzluk ve çaresizlik
içerisindedirler.
Mafya yükselişe
geçmiştir ve işgalci güçle ilişkiye girerek günlük temel ihtiyaçlar üzerinde
tekel oluşturmaya başlamıştır.
Filistin Otorite
ekibine mevcut devlet işleriyle ilgili temel suçlamalarımı yöneltmemin yanında
açıkladıkları hedef ve programları gerçekleştirmedikleri ve tehdide karşı
durmadıkları sürece muhalefet yapmaya devam edeceğim.
Silahlı
mücadeleye yeniden dönecek olursak, Kurtuluş Cephesi, İntifadaya kadar silahlı
mücadeleyi savundu. Silahlı mücadelede yalnızca fedailer savaştı fakat İntifada
da bütün Filistin halkı, çocuklar, kadınlar, sanatçılar yani herkes savaştı.
İlk defa İntifadayla birlikte Filistin’in bazı bölgelerinde bağımsızlığı ve
özgürlüğü sağlamanın mümkün olabileceğini düşündüm.
Şu anda bu
insanlar silahlı mücadeleyi kutsal bir ibadete dönüştürdüler. Biz bu kavramın
daha da ötesine geçtik ve silahlı mücadeleyi daha geniş bir siyasi mücadelenin
bir parçası olarak görüyoruz. Bir İnsanın silahlı mücadeleyi seçip seçmemesi
bir vicdan meselesi değil yalnızca düşmanın yapısı ve uygulamaları sonucu
yapılan bir tercihtir. Ayrıca Filistin halkının hedefleri de bu tercihte rol
oynar. Hedefler sadece diplomatik faaliyetler sonucu elde edilemez. Kapsamlı
mücadeleyi sağlayan devrimci şiddetinde hedefleri elde etmede özel bir yeri
vardır. Silahlı mücadeleyle siyasi, kültürel ve ekonomik mücadele arasında bir
çelişki yoktur.
Fakat Oslo
anlaşması silahlı mücadele evresinin kazanımlarını boşa çıkardığı gibi İşgal
edilen bölgelerdeki intifadanın kazanımlarını da ortadan kaldırmıştır. Zaten
İsrail'in Oslo mutabakatını imzalamasının temel nedenlerinden birisi de
İntifadayı sona erdirmek istemesidir.
Fakat Filistin
Kurtuluş Örgütü pazarlıklara başladığında intifada zaten can çekişiyordu.
Ebu Ammar (Yaser
Arafat) bu görüşmelerden önce Cezayir konferansında tavizler vermeye
başlamıştı. Bu İsrail'in daha fazla taviz istemesine yol açtı. Arafat hangi
açıdan bakarsanız bakın ister Filistin ister Arap ister uluslararası açıdan
mümkün olabilecek en kötü şartlarda görüşme yapmaya gitti.
Filistin Halk
Kurtuluş Cephesi uçak kaçırma ve rehin alma olaylarına karıştığı için
eleştirildi. İdeoloji ve işleyiş açısından bu hususta neler söyleyeceksiniz?
1960'ların
başlarında İsrail'in nükleer kapasitesi hususunda birçok endişe vardı. Bu
hususu Nasır'la görüştüğümü hatırlıyorum. Filistinli profesörlerden ve diğer
arkadaşlardan oluşan bir danışma kurulumuz vardı. Dünya'nın dikkatini bu
nükleer meseleye çekmemiz gerektiğini belirttiler. Bu sıralarda ben ve Vadi,
Filistin halkına yapılan haksızlığı dünya kamuoyunun fark etmesi için ne
yapılması gerektiğine karar vermeye çalışıyorduk. Vadi, uçak kaçırma fikrini
ortaya attı fakat yapılacak operasyonlarda hiç kimsenin zarar görmemesi
gerektiğini defalarca belirtti. Biz dünyanın dikkatini bazı eylemlerle çekmeye
çalışıyorduk bu da bunlardan bir tanesiydi.
Sivilleri
kaçırmakla Filistin davası için destekçi kazanabileceğinizi düşünüyor musunuz?
Eğer bir kişi Filistin davasını desteklese bile bu tür büyük bir sıkıntı o
kişinin sempatisini olumsuz yönde etkileyecektir.
1972 yılında bu
operasyonları sona erdirdik. Fakat bu eylemleri gerçekleştirdiğimiz üç yıllık
döneme baktığımızda bu eylemlerin bir etki yarattığı sonucuna vardık.
Operasyonları yolcuların yaşadıkları bireysel deneyimlerle değil daha geniş bir
perspektiften değerlendirmeliyiz. Bizim değerlendirmemiz bu operasyonlar
sayesinde dünya bizim insanımızın çektiği acıları fark etmiştir.
İsrailli
sivillere karşı yapılan operasyonları sorarsanız şöyle bir görüş vardır; bütün
İsrailliler işgalci ve gasıptır. Bende bu görüşün altına imzamı atarım. Buna
rağmen askeri hedeflere odaklanmışızdır. Mücadelede ahlaki bir boyut olması
gerektiğini kabul ediyorum fakat böyle öfkeli kınamaların genellikle İsrail
destekçileri tarafından yapılmasını da manidar buluyorum. Siyonist devletin
uyguladığı terörizm sonucu ölen Filistinli, Lübnanlı ve diğer Arap sivillerin
sayısını topladığınızda göreceksiniz ki bu sayı ölen İsraillerin sayısından kat
be kat daha fazladır.
İntihar
bombalamaları ve rastgele yapılan bombalamalar hakkındaki görüşünüz nedir?
Biz bir Cephe
olarak işgalin kararlılığını zayıflatan her hareketi davamız ve mücadelemiz
açısından faydalı buluruz. Şüphesiz bizim hedefimiz sivillere zarar vermek
değildir. Mücadele bizim için bir Vandalizm eylemi değil gasp edilen haklarımızı
geri almak için bir araçtır. Düşman bu hakları reddetmekle (ve bundan kaçınmak
için en vahşi araçlara başvurmakla) yalnızca Filistinlilere yapılanların
sorumluluğunu değil aynı zamanda İsraillilerin başına gelebileceklerinde
sorumluluğunu üstlenmiş olur.
Bu operasyonları
kınamamı isteyenlere soruyorum neden kınayayım? Ben bu sorumluluğun sahibi
değilim. İsrail'in sorumluluğunu belirtmek istiyorum. Meselenin köklerine
inilmeli ve asıl sorumlunun kim olduğuna bakılmalıdır.
Ürdün ve Lübnan
Direnişinin acılarından hangi dersleri çıkardınız?
Silahlı mücadele
1967 yenilgisinin doğal bir sonucu olarak ortaya çıktı. Bu vatanın
kaybedilmesine ve yeni zoraki göçe duyulan popüler ve organize bir tepkiydi.
Ürdün ordusu 1967 savaşında çökmüştü. ABD karşı devrimci bir güç olarak Ürdün
ordusunu yeniden oluşturdu. Öyle bir durum ortaya çıktı ki Direniş güçlü İsrail
ordusu ile Ürdün ordusu arasında sıkıştı kaldı. Ürdün ordusu İsrail ordusu gibi
düşman bir ordu değildi fakat devrimci güçlere karşı oluşturulan düzenli bir orduydu.
Direniş
kendisini çok zor bir konumda buldu. Şayet kelimenin tam anlamıyla gerçek bir
ulusal birlik oluşturulabilseydi. Filistinli kitleler harekete geçirilebilseydi
ve Ürdün içerisinde bulunan Ürdünlü kitlelerle Arap birliği temelinde bir
İttifak yapılabilseydi direniş kendini koruyabilirdi. Fetih Ürdün'deki Arap
unsurları tamamıyla göz ardı etmiştir.
Sonra komşu Arap
devletleri arasındaki askeri ittifak ihtimalleri meselesi vardır:
Ürdün’de Irak
ordusuna ait bir birim vardı ve Suriye ordusu onun hemen yanı başındaydı. Fakat
Filistin meselesini kapsamlı olarak algılayabilecek bir bakış açısı yoktu. Kim
bilir Filistin solu bu hususta düşünüldüğünden daha iyi konumdaydı fakat bu bir
anlam ifade etmiyordu.
Ürdün’deki
Direnişin izah edilemez hatalarını küçük göstermek istemiyorum. 1970 Şubatında,
Haziranında ve Eylülünde çok büyük hatalar yaptık fakat diğer hatalar halk
arasındaki bölünmeleri arttırmak ve Direnişe karşı gerçekleştirilecek güçlü bir
saldırıyı meşrulaştırmak ve Direnişe olan kini artırmak amacıyla
kullanılmıştır.
Ürdün’de
milliyetçi bir rejim ve ordu olmuş olsaydı durum daha farklı olur muydu?
Aynı bölge
üzerinde iki otoritenin aynı anda var olmasının zor olduğu bir gerçektir.
Bununla birlikte şöyle bir durumu gözönüne getirelim: Milliyetçi bir rejim
kendi otoritesinden vazgeçmeksizin Devrimin kendi alt yapısını oluşturmasına
izin vererek Devrimin talep ve hedeflerini anlayışla karşılar. Bunun için
şüphesiz ikisi arasındaki ilişki düzenlenmeli ve her ikisinin de yetki alanı
belirlenmelidir
Lübnan'daki
savaş tam bir iç savaş değildi, birisi kalkıp şöyle söyleyebilir; ülke bir
savaş alanı olarak kullanıldı ve olan biten şeylerden Araplar hiçbir sorumluluk
duygusu hissetmediler. Siz Filistin Halk Kurtuluş Cephesinde Lübnan'da meydana
gelen olayların bir eleştirisini yaptınız mı?
Lübnan'da
olanları düşünmek acı verici bir husustur. Bizim görevimiz Lübnan'daki
mücadelelerden çıkarılan dersleri samimiyetle ve sorumluluk içerisinde dile
getirmektir.
Halk Kurtuluş
Cephesi bu konuyla ilgilendiği sürece Lübnan’daki durum konferanslarımızdaki
tartışmalarda ve komuta teşkilatlarımızda toplantılarda hemen hemen gündemin
sabit bir konusu olarak tartışılırdı. Lübnan'da neyin önemli olduğu
belirsizleşmişti. Her şey ani tepkilerin altına gömülmüştü, (hizip, siyasi ve
bölgesel tepkiler) İlişkiler ahlaki ve entelektüel yoksunluk seviyesine
düştüğünde önce kişinin kendisi bozulur daha sonra diğerleri."Lübnanlı
Filistinliler, içeride ve diğerleriyle tarihi uzlaşma tercihi" başlıklı
bir yazı yayınlamamızın sebebi budur. Bu yazı şu hususa vurgu yapmaktaydı:
Temel nokta Lübnanlıların çıkarları ve itibarlarının Filistinlilerin çıkarları
ve itibarları olmasıdır ya da tam tersidir. Birliğin ahlaki ve yaratıcı temeli
çeşitliliğin ve kişisel farklılığın kabulü üzerine bina edilir. Bir başka
ifadeyle birlik çeşitliliği ve bireyi, kamuoyunu oluşturan temel unsurların
çeşitli formlarını hesaba katmadığı sürece meşru değildir. Bu düzenleyici
olmadan kişisel farklılıklar içteki yıkıcı çatışmaların ve kanamanın sabit
kaynağı olur. Bu husus şuna benzer, kamunun kendisinin zamanla saçma bir
aynılığı amaçlayan baskıcı bir kuvvet haline gelmesi. Bu durum demokrasiye ve
özgürlüğe engel olan dinamiklerin nasıl sürekli yeniden üretildiğini
gösteriyor.
Eğer Lübnan
Ulusal Hareketi (LUH) kontrol altında olsaydı, olayların gidişatı farklı bir
seyir izleyebilir miydi?
Sonuçların
farklı olacağına dair şüphelerim var, çünkü ben zamanında LUH'a sıkıntı yaşatan
önemli eksikliklerin ve zayıflıkların farkındaydım. Hedefleri yüce ve adildi,
fakat teşkilat yapısında zayıflık ve sosyo-politik gündeminde açık, anlaşılır
olamama durumu vardı. Aslında, LUH var olan krizi aşacak bir vizyon ve program
öne süremedi. Tepkisel olmaya devam etti. Bu da LUH'un neden politik, sosyal ve
teşkilat faaliyetlerinde egemen olan kültürün ötesine geçemediğinin bir
göstergesidir. Lübnan’da çözüm hem politik hem sosyal güçlerin elindeydi.
Lübnan’da günah çıkarma zihniyeti ve kültürü öylesine köklü ve yaygındı ki
yalnızca çok güçlü ve olgun bir politik hareket önemli bir değişiklik
getirebilirdi.
Bu LUH'un niçin
sürekli dış güçlere dayandığının sebebini oluşturur. Ayrıca Lübnan’daki
Filistin sağının LUH'un kararları üzerinde nasıl hegemonya kurduğunun bir
göstergesidir. Bunu da LUH'u bağımsızlığın önemli şartlarından mahrum bırakarak
ve Sağın kendi başarısız ve dar stratejilerine zorlayarak yapmaktadır. Aslını
söylemek gerekirse Filistinli sağcı eğilim LUH'u istismar ederken Ürdün'de
düşmüş olduğu ölümcül tuzağın aynısına Lübnan’da düşmüş oldu.
Bizim Halk
Kurtuluş Cephesi olarak görüşümüz, İsrail'e karşı oldukça sert bir çizgi
oluşturmak ve LUH'a ve onun ilerlemeci demokratik planlarına sınırsız destek
vermekti. Bu yüzden, sürekli olarak liderliğin LUH'un elinde olması gerektiğini
vurguladık. LUH da, tabi ki Siyonist düşmana karşı açık bir bakış açısı
geliştirmeli ve Lübnan'ın açmazlarına çözüm olacak sosyo politik vizyona da
sahip olmalıydı.
Sizce
Hizbullah'ın başarısındaki sır nedir? Lübnan'daki Filistin direnişi
deneyiminden hangi açıdan farklı özellikler gösteriyor?
Dört ana unsur
var; ilk olarak; Hizbullah kendi topraklarında, kendi insanlarının arasında
faaliyet gösteriyor, ikincisi askeri yapısı ve liderliğini çevreleyen gizlilik,
sabit konumlara adapte olmayı reddedişi, taktik ve stratejik amaçlı
manevralarını dâhiyane bir şekilde gerçekleştirmesi, üçüncüsü, Hizbullah
birleşik bir liderliğe sahip ve dördüncü olarak, Hizbullah bizim hem olumlu hem
olumsuz deneyimlerimizden faydalandı ve bu sayede bizim düştüğümüz hatalara
düşmedi. Hizbullah bizim acı ve kanlı tecrübelerimizin mükemmel bir eseridir.
1982'deki Beyrut
savaşının son zamanlardaki olayların gidişatını etkilediğine inanıyor musunuz?
Mesela bu savaş intifadanın başlamasına neden olmuş mudur?
Şüphesiz
Filistin'in dışında silahlı mücadele verilirken, içerdeki kitleler devrimin
devam etliğine inanıyorlardı. Ne zaman ki dış ufuklar kapandı ve Filistin
dışında ihtilalin çıkmaza girdiği kesinleşti İşte o zaman İntifada başladı. Bu
yüzden intifada Lübnan savaşından soyutlanamaz.
Arap ve Filistin
açısından iki eğilim ortaya çıktı; birisi intifadayı devam ettirmeyi öneren
eğilim, diğeri ise yolun sonuna geldiğimizi ve yirmi yıllık mücadelenin bir
kısım kazanımlarını elde tutabilmek için politik seçeneği benimsemeyi öneren
eğilim. Fakat bu İkinci eğilim şu anlama geliyor: Tecrübelerimizden
faydalanmamak, bu güne kadar ki başarılarımızdan vazgeçmek, kendimizi bu güne
kadar yaşadıklarımızdan soyutlamak ve trajik bir şekilde umutlarımızı düşmanın
bize verdikleriyle değiştirmek.
Lübnan savaşının
son günlerinde Ebu Ammar resmi organımız olan El Hedefin karargâhındaki
Filistin Halk Kurtuluş Cephesi'nin ofisinde beni ziyaret etti. Benimle özel
olarak konuşmak istediğini söyledi. Bana birlikte kaçma fikrine ne diyeceğimi
sordu. Nereye diye sordum? Tunus ya da Kıbrıs dedi. Ne düşündüğünü anlamıştım.
Eğer ihtilalin sona erdiğini düşünüyorsan seninle aynı fikirde değilim dedim.
İhtilal devam etmeli, çok zor şartlar altında olsa bile ihtilal devam etmeli
dedim. Kalmalıyız, ulusal bütünlüğümüzü korumalıyız ve bize şu anda destek
olabilecek tek güç Suriye ile bağlarımızı koparmamalıyız diye sözlerimi
tamamladım. Bu görüşmeden sonra o Filistin'i terk etti ama ben onunla gitmedim.
Onun hangi yolu izlemek istediği belliydi. Lübnan savaşı onun bu kararında
önemli bir rol oynadı.
Doğu Kudüs
başkent olmak üzere Batı Şeria ve Gazze'nin çoğunu içine alan bir Filistin
devleti kurulmasını kabul edilebilir bir çözüm olarak görüyor musunuz?
Her şeyden önce
böyle bir sonuca yakın bir nokta değiliz. İşçi Partisi İsrail'de eski gücüne
kavuşsa bile yerleşim, dönüş yapma hakkı, sınırlar, su kaynakları ve Kudüs
meseleleri devam edecektir. Eğer kabul edilebilir geçici bir çözüm mümkün
olursa kitlelerimize bunun geçici bir çözüm olduğunu meselenin sonu olmadığını
söylemeliyiz.
Oslo'dan önceki
Filistin davasının şimdikinden daha iyi konumda olduğu düşüncesinde misiniz?
Alınan sonuçlara
yüzeysel bir bakış bile Oslo'daki kayıplarımızın kazandıklarımızdan çok daha
fazla olduğunu gösteriyor. İsrail ise kaybettiğinden daha fazlasını kazandı.
Üstelik bizim kayıplarımız İsrail'in net kazanç hanesine yazıldı. Bu durum
Oslo'nun bizi içine düşürdüğü çıkmazı ve İşgal altındaki yurdumuzda
Filistinlilerin zor şartlarını ortaya koymaktadır.
Biz Arap
ülkeleriyle işbirliği yaparak uluslararası meşruiyetimize vurgu yapmalıyız.
Suriye ile müttefik olmalı, kendi ülkemizi düzene sokmalı ve bize açık tüm
yollarla direnişi sürdürmeliyiz.
İsrail
toplumunda bulunan ve Filistinli insanların ulusal haklarını tanıyan güçlerle
diyalogu kabul eder misiniz? Bu güçlerle birlikte hareket etmenin fayda getireceğine
inanıyor musunuz?
Taktik açıdan
İsrail içerisinde var olan her bölünmeden faydalanmalıyız. Fakat bununla
birlikte şu hususu da unutmamalıyız: Filistinlilerin haklarını savunan bu
güçler bugüne kadar hep marjinal kalmışlardır ve şu ana kadar önemli bir rol
oynamamışlardır. İşin aslı bu güçler itaatkâr Filistinli yaratmak isteyenler
tarafından kullanılmışlardır. Bunlar halkların ilişki kurmasını teklif ederek
hem gösteriş yaparlar hem de bunu İsrail'in iyi niyetinin bir delili olarak
sunarlar. Bizim görüşümüze göre güvenilir bir Filistin-Arap cephesi İsrail'i
kaçındığı zor tekliflerle köşeye sıkıştırmadığı sürece İsrail içerisindeki
bölünme bir ciddiyet arz etmeyecektir.
Arap dünyasının
bu günkü durumu hakkındaki değerlendirmeniz nedir?
Bu günler Filistin
davasının en karanlık günleridir. 1936, 1948 olaylarına bakıyorum, eltileri,
altmışları, yetmişleri gözönüne getiriyorum ve şu sonuca varıyorum; şu anki
mevcut durum en kötü durum. Niye? Çünkü yapılabilecek en kötü şey teslim
olmaktır. Alçaltılmış şerefinizi ve işgal edilmiş toprağınızı geri almak için
savaştığınız sürece her şey iyi gidiyor demektir. Bazı parti ya da güçlerin,
rejimlerin teslim olabileceğini zannediyorum. Fakat Arap halkı bir süre için
geri çekilmesine ya da etkisiz kalmasına rağmen topraklarının işgal edilmesini
ve haklarının gasbedilmesini kesinlikle kabul etmeyecektir. Filistin'de,
Mısır'da, Ürdün'de, Lübnan'da hatta Mağrip'te olumlu gelişmeler vardır. Çeşitli
Arap ülkelerinden gençlerle karşılaştığımda onların milliyetçi davaya bağlılıklarının
büyüklüğünü hissedebiliyorum.
Körfez
Savaşı'ndan sonra ortaya çıkan durum hakkında neler söyleyeceksiniz?
Körfezde ne
olduğunu ortaya koyduğumuzda şunu belirtmeliyim; hiç şüphesiz bir Arap
ülkesinin bir diğer Arap ülkesini işgal etmesine karşıyım. Her zaman açıkça
söylediğimiz gibi birleşmeye giden yol demokratik olmalı. Birleşme şiddet değil
özgür tercih meselesidir. Zamanla bizim ayrı devletlere bölünmemizle sonuçlanan
ekonomik, politik, sosyal gerçekliklerin ve kültürel etkilerin üstesinden yapay
metotlarla ve zorlamalarla gelemeyiz. Birleşme üzerinde aşamalı ve uzun soluklu
bir çalışma gerçekleştirmeliyiz.
Sorun savaşın
olumsuz sonuçlarının nasıl iyileştirileceğidir. Arap dayanışması yapmalıyız.
Sözgelimi üç Arap ülkesi -Libya, Sudan ve Irak- A.B.D'nin ambargosu altındadır.
Bütün Arap ulusu bu ambargoyu sona erdirmek için uğraşmalıdır. Karşımızdaki
ittifak Arap dünyasının zayıflığının ve bölünmüşlüğünün arttığını görürse Arap
ulusuna olan düşmanca eylemlerini arttırır. Şayet Araplar bir takım meydan
okumalarda bulunurlarsa -savaş kastetmiyorum fakat en azından ciddi ekonomik
gelişmelerle ve medya kampanyalarıyla bunu yaparlarsa- düşmana karşı
konumlarını güçlendirecekler ve dünya ulusları içerisinde saygınlık
kazanacaklardır.
Birçok Arap ülkesinde
aktif olan İslami güçlerle ilişki kurmayı nasıl karşılıyorsunuz?
Bu husus Arap
birliği açısından her ülkede Arap ulusal kurtuluş hareketinin karşılaştığı en
büyük ikilemlerden bir tanesidir. Söze şöyle başlamak gerekirse, İslamcı
güçlerin hepsini aynı görerek onlarla işbirliği yapıp yapmama hususunda keyfi
bir karar alınamaz. İkincisi onlarla işbirliği yapmak zorunlu gözükebilir çünkü
onlar kendi toplumlarına ait yerli güçlerdir. Şüpheli bağlantıları olan bazı
grup ve hareketleri dışarıda bırakıyorum. Bu şu anlama gelmektedir; biz ve
siyasi İslam'ın güçleri şu anda ve gelecekte birlikte çalışmamıza olanak
sağlayacak ortak bir paydada buluşmalıyız.
Bütün bunlara
karşılık topluma bakış açıları ve ideolojilerini baz alarak gerçek bir mücadele
sergileyen İslami güçleri (Lübnan'da Hizbullah, Filistin’de Hamas ve İslami
Cihad, Ürdün’de Cemaati İslami) İslami, ahlaki ve insani açıdan kapsamlı ve
savunulabilir eylemler sunamayan güç ve gruplardan(Cezayir ve Mısır örneği)
ayrı tutmalı ve ayrı değerlendirmeliyiz.
Birinci
kategoride bahsettiğimiz İslami güçlerle ulusumuzun düşmanına karşı derin bir
ittifak yapmalıyız ki bir sonuç alabilelim. Böyle bir ittifak demokratik
temelde ortak eylem yapmayı gerekli kılmaktadır.
Azınlıklar
meselesi gün geçtikçe hassas bir hal alıyor. Sözgelimi Mısır'da özel bir
statüye sahip Kiptiler var. Lübnan'ın kültür ve medeniyet açısından iki farklı
toplum olmasını sağlayan Lübnanlı Maruniler var. Her iki toplumda kendi
fertlerinin hayatlarını uygun gördüğü şekilde düzenleme hakkına sahip.
Bazı şeyleri
karıştırmamak lazım. Farklı dile, kültüre ve kimliğe sahip ulusal azınlıklarla
dini azınlıklar arasında büyük farklılıklar vardır. Hıristiyan Arapları Arap
ulusunun sosyal ve kültürel yapısının bir parçası olarak görmemek kategorik
olarak kabul edilemez bir durumdur. Bunun nedeni gayet açıktır. Çünkü onlar
yerli Araplardır ve onların dini inançları ulusal ve kültürel kimlikleriyle
alakalı değildir. Lübnan’daki Hıristiyan Arap entelektüellerinin Arap dilinin
ve kültürünün uyanışına yaptıktan katkıyı unutabilir miyiz? Onların kökleri,
tarihleri, medeniyetleri ve kültürleri Araptır ve onlar bu gerçeğe uygun olarak
hareket etmelidirler.
Bu durumun
gerçekleşmesi için iki şart gerekiyor. Öncelikle Arap Müslüman çoğunluk bu
gerçeğin güçlü bir şekilde farkında olmalıdır, (tarihe baktığımızda,
İslamiyet’in inançlara özgürlük vermede ve farklılıkların kurallarını
düzenlemede başarılı olduğunu görürüz) ve sonuç olarak bu çoğunluk bireylere ve
dini cemaatlere inanç özgürlüğü ve tam eşitlik sağlayarak bütün vatandaşlara
demokratik bir şekilde davranmalıdır.
İkinci şart ise;
dini azınlıklar Arap ulusunun reel bir parçası oldukları gerçeğinin farkında
olmalı ve buna göre hareket etmelidirler. Müslüman ya da Hıristiyan, Sünni ya
da Şii, Kıpti, Maruni, Süryani ya da Ortodoks ne olurlarsa olsunlar ulusal
kimliklerini devam ettirme görev ve sorumlulukları vardır.
Şu anda Filistin
devletine nasıl bakıyorsunuz?
Şu aşamada
Filistin devleti taraftarıyım. Ve bunun aşamalı bir şekilde gerçekleştirilmesi
gerektiğini düşünüyorum. Çünkü bu devleti Filistinlilerin hepsi için istiyorum.
Herkese eşit
haklar veren demokratik bir Filistin devletimi?
Evet.
Arapçılık ve
İslam arasındaki ilişki hakkında neler söyleyeceksiniz?
Gördüğüm
kadarıyla Arapçılık belirli bir zaman ve mekanda ulusal yeniden yapılanmayı
sağlayan bir taslak. Bu husus hareket ve evrimi çağrıştırıyor. Arap dünyasının
mevcut bölünmüşlüğünü, ulusal kurtuluş sürecini ağır aksak götürüşünü,
sömürgeciliğin çeşitli şekillerini fark etmesini ve kültürel bozulma gerçekliğini
dile getirmek istiyorum.
İslam ilk ve en
önde gelen bir dindir. Fakat İslam için din inanç, töre ve ibadetlerin ötesinde
bir kavram, İslam tek başına din kavramını bir adım ileri götürdü ve din
kavramını daha derin ve kapsamlı bir seviyede sürdürdü. İslam bu ulusun
kültürünün, medeniyetinin, kimliğinin ve mirasının bir unsuru. Bu çerçevede
İslam Arap milliyetçiliğinin en temel bileşeni değilse bile temel bir parçası.
Benzer şekilde denilebilir ki Hıristiyan Arap'ın kültürü İslamdır. Arabçılık
ile İslam arasındaki ilişkiyi işte bu iç içe geçmişlik halini göz önüne alarak
açıklamak durumundayız.
Pakistan'da
İslam hakkında konuşurken Arapçılığı işin içine katmayabilirsiniz, fakat Arap
ülkesinde Arapçılığı soyutlayarak İslam hakkında konuşamazsınız. Onun kalbindeki
İslami ruh, kültür ve medeniyeti soyutlayarak da Arapçılık hakkında
konuşamazsınız. Bu anlamda kimse çerçeveyi resimden ayıramaz.
Terör hakkında
şu anki görüşünüz nedir?
Terör kullanarak
kurulan İsrail'in şimdilerde terör hakkında yalancı bir samimiyet sergiliyor
olması beni üzüyor. Lidya'da olmaktansa neden buradayım? Çünkü terör
kullanılarak sürgün edildim. Suriye gayet mantıklı bir teklifte bulundu;
günümüzde ulusal bağımsızlık hareketleri için kullanılan terör ile neyin
kastedildiğini belirlemek için uluslararası bir konferans çağrısında bulundu.
İzlediğiniz
yöntemi nasıl değerlendiriyorsunuz? Nerede hata yaptınız, nerede doğru
yaptınız? Bugün ve yarın yapmayı düşündükleriniz nelerdir?
FHKC düzenlediği
her konferansta bir önceki konferanstan bu yana yaptığı icraatları gözden
geçirir ve yaptığı hataları belirler. Cephenin genel sekreteri olduğum için bu
hatalarda payım olmuştur. Bu hataların bana ait olduğunu
söyleyebilirsiniz. Bunlar
PFLP'nin hataları ama aynı zamanda benimde hatalarım. Böylelikle diyebilirsiniz
ki Cephe tarafından bugüne değin işlenmiş bütün hataların sorumluluğunu
üstleniyorum.
Ancak, sorunuz
hakkında düşündüğümde, bana öyle geliyor ki, bu sorduğunuz soru Filistin
probleminin son yüz yıllık seyriyle alakalı bir soru. Bu hatalar şu ya da bu
kişinin hataları değil. Bu hatalar bütün Arapların hatasıdır. Bu hatalar bizim
toplu yenilgimizi ortaya koymaktadır. Elbette ki yenilgimize etki eden dış
faktörleri de hesaba katmalıyız. Fakat her şeye rağmen en önemli husus
kendimizi gözden geçirmek ve insanlara zafer için umut veren güçlerin
karşılaştığı problemleri çözmektir.
Bu hususta
korkarım ki beyinlerimizi kullanmamız gerektiği gibi kullanmadık. Öncelikle
kaslarımıza daha sonra yüreklerimize dayanarak savaştık, çünkü davamızda haklıydık.
Beyinlerimizi kullanmamız gerektiği gibi kullanmadık. Arap birliğini istedik,
ancak eğer Şam'da yayınladığımız el-Rai bülteninin kopyalarını incelediğinizde
göreceksiniz ki Arap Milliyetçi Hareketi birliğe çağırıyor ama bunun nasıl
başarılacağını ya da hangi engellerin aşılması gerektiğini söylemiyor. Aynı şey
Filistin ve diğer tüm meseleler için de geçerli.
Gelecek nesiller
için mesajlarınız nelerdir?
Hayatın bana
öğrettiği şey acı ve tatlının bir arada olduğudur ve inanıyorum ki İnsanlık
tarihi ilerlemeci bir yönde seyrediyor. Yaptığımız bütün hatalara ve
uğradığımız bütün yenilgilere rağmen bunu inanarak ve ümitvar olarak
söylüyorum. İlerlemenin güçleriyle karanlığın güçlen arasındaki amansız
çekişmeye rağmen özellikle Arap bölgesinde, tahminim o ki gelecek bizim
ulusumuzun olacaktır. Ancak ümitler, dilekler ve rüyalar tek başlarına hedefe
ulaştırmıyor yani zaferi getirmiyor.
Kimse tarihin
tekerleğini geri döndüremez fakat şuna emin olmalıyız ki hissi, yıkıcı ve
sağlıksız bir şekilde tarihi reddederek geçmişten alınan dersleri yok
sayamayız. Tarih içindeki her veriden faydalanabilme becerisine ve
kararlılığına sahip herkese açık bir dosya ve bir rehberdir. Umut ediyorum ki
çocuklarımızın ve torunlarımızın nesli bizimkinden daha parlak bir geleceğe sahip
olacaktır. Böyle düşünmekten de büyük bir haz duyuyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder