31 Mayıs 2012 Perşembe

"DOSTA VEDA"



Hoşça kal Mustafi;

Artık söylenen bu hoşça kalın bir daha söylenemeyeceği bir anda, kafamdan sana bir “obituary” yazmam gerektiği düşüncesini daha fazla erteleyemiyorum. Bu kolay değil; çünkü Hüseyin gülümseyen zenci yüzüyle seni tanıştırdığı 1975 yılında ilk gördüğüm, üzerinde iki boy büyükmüş gibi duran Polis Koleji üniformalı afacan, yaramaz bir delikanlıydı. O zaman 5-6 yaş çok fark ediyordu. Biz 20’li yaşlardaydık. Liseliler hep tıfıl görünürdü ve o dört-beş yaş çok şey demekti. Ve sonra gözümde hep o afacan, yaramaz liseli çocuk gibi kaldın. Biz senin yanında her zamanki gibi “III. Bunalım Dönemi” tahlillerine (o zaman “tahliller” şimdiki gibi “idrar-kan tahlili” değildi) daldığımızdan, önce biraz dinlemiş, akşam içmeye gideceğin gibi bir şeyler söyledikten sonra kalkıp gitmiştin.

Sonra biraz daha büyüdün; aralıklarla gördüğümde artık tıraş olmaya başladığını fark ettim. Yine aynı yaramaz, afacan ifade… Ama böbrek taşı sancısını saklamaya çalışan yüz ifadesini de o zaman edinmiştin. Yanında iki arkadaşınla, Sevgili Vedat ve Hayati üniformalarınızla üç silahşorlar gibi dolaşırdınız.  Vedat hep karnına yumruk yemiş gibi. Hayati sürekli fantastik dünyasına gülüyor. Sen onları çekip çeviren küçük adam pozlarında. Sonra başka arkadaşlarınız. Bir kısmı 12 Eylülün ünlü işkencecileri arasındaydı. Onları duydukça hep şaşırdın!

Zaman zaman kolej anılarınızı anlatıp anlatıp gülüyorsunuz. Gece yarısı gizlice tatlı yemek için tatlı kazanına düşme hikâyesi gerçekten komik. Sonra bu komik hikâye, Mamak, Metris, vb.’de sıkıntılı anlarda, açlık grevlerinde havayı rahatça dağıtan bir fıkraya dönüşüyor. Sadece Hüseyin’in köyde saldıran ayı hikâyesinin 10 yıl içindeki evrimini yaşamıyor. Hüseyin’in ayısının dili bir karış uzunluğundayken, 10 yıl sonra 3-4 metreye uzuyor; sizin tatlı kazanı hep 1,5 metre derinlikte.

Ve sonra dalgın, unutkan, hatta üniformasının yakasını kapatmayı, şapka giymeyi, yemek yemeyi unutan bir Mustafa dönemi geliyor. Biz “büyükler” durumu hemen çakıyoruz. Yanında kıvırcık saçlı, lise öğrencisi sandığımız ama üniversitede okuyan şirin, gülümseyen bir kız. Etrafınızda 3-4 tane gözleri görmeyen kız. Aşık olduğun kız hep o görmeyen kızlarla. Onlara yemek yediriyor, gazete, kitap okuyor. Senden çok onlarla ilgili. Gerçekten de aşık olduğun kızın çabası, sevecenliği, insancıllığı göz yaşartıcı. Sen her gün daha çok aşık oluyorsun, kız arkadaşın sen ona aşık oldukça daha çok görmez kız getiriyor ve onlara bakıyor. Aşkına karşılık bulamadıkça daha çok rakı, daha çok sıkıntı… Kadın psikolojisi kitaplarına dalıyorsun. Sana ne anlatsak nafile… Ablaların da sana dilleri döndüğünce aşk hallerini anlatmaya çalışıyorlar… Ablaların da abilerin de sözleri etkili değil. Onları romantizmden uzak bilgiçler gibi görüyorsun. Sen Romantizm’in doruklarındayken onlar devrimci romantizmin doruklarında: Dünyayı, insanı, toplumu, sistemi, kendilerini değiştirecekler! Maalesef sen 20 yaşındayken biz bu ikisini birleştiremiyoruz. En iyisi kadın psikolojisi kitaplarıydı senin için. Her kitaptan sonra sessizce soruyorum: Bir sır var mı? Kadınları keşfettin mi? Sonra ablan derdine çareyi klasikleşmiş Türk adetlerinde buluyor: Gidip kızı ailesinden istemek! Ya kızı isteyeceğiz, ya seni gençliğinin baharında meyhane masalarında kaybedeceğiz.

Onca işimin arasında aklımda sen, aşık olduğun kız… epey bir mesai harcıyorum. Bana annenin, ablanın bir emaneti gibisin. O dünyalar tatlısı kızın ufak tefek tuhaflıkları dikkatimi çekiyor. Bunu ablalarınla, başka kızlarla konuşup duruyoruz. O zamanki dünya daha erkek-egemen. Hiçbir kitapta kadın psikoloji hayata uymuyor. O zaman ufak tefek tuhaflıkların pek de ufak tefek olmadığı ortaya çıkıyor. Bunu sana nasıl söylemeli. Her zamanki gibi benim ciddiyetle ama kırmadan sana psikolog önermem gerekiyor. Sıkıla sıkıla bu işi yapıyorum. Evet, hem ablanın dediği gibi kızı istemeye gideceğiz. Buradan da dönüş yok. Sen de kızı seviyorsan psikoloğa götürüp tedavi ettireceksin. Delikanlılık öfke krizi yaşıyorsun. Annen baban değiliz ama öfken bize! Sözümüzü tutuyoruz. Hayatımızın tiyatrosunu oynayıp ellerimizde çikolatalar, çiçekler kızı istemeye gidiyoruz. Ablan kuşkulanıyor… Naz etmediler diyor; adettenmiş oysa. 


Sen kısa sürede zaten kızın tedavi gördüğünü öğreniyorsun. Bize öfken yerini meraka bırakıyor. Aylarca abi, abi diye etrafımda dolaşıyorsun. Hep aynı soru: Sen nasıl anlıyorsun? Ben nasıl anlamıyorum? Kendini suçlaman bir an önce yardım etme telaşı, geç kalmışsın da sorun buymuş telaşı. Hep yatıştırmak için “aşkın gözü kör” filan diyorum. Aşık olduğun kızın ne kadar iyi bir kız olduğunu hep biliyoruz. Sonra onu Mamak’ta gördüğümüzde sen dâhil, hepimiz kahroluyoruz. En çok senin için cız ediyor, biliyorum. Ama artık olgunlaşmışsın. Tek eksiklik yine: Kadın Psikolojisi! Bu konu hep gizli bir hazineyi bulmaya çalışan maceracı arkeolog gibi aklında.


 Sonra tamlamanın ilk kısmı aralıklarla değişiyor: “Adli suçu olup siyasi pozlar takınan mahkûm psikolojisi;” “Annesi ziyarete gelmeyen erkek mahkûm psikolojisi;” “Hiç sevgilisi olmamış, milli olmadan içeri düşmüş mahkûm psikolojisi;” “evli mahkûm psikolojisi,” “evli olup mektup gelmeyen – mektup gelen – mahkûm psikolojisi,” “gardiyan psikolojisi,” “futbol fanatiği mahkûm psikolojisi (oto-analiz);” “itirafçı psikolojisi,” “itirafçı olmayı kafasına koymuş, koğuşta çaktırmamaya çalışan mahkûm psikolojisi”…”Futbol maçında topa sert girip arkadaşını sakatlayan mahkûm psikolojisi.” “Baharı bekleyen şair psikolojisi” vb. “Hergele meydanında piyasada gördüğü adamları Metris koğuşunda işkence seansında karşısında gördüğünde, o koğuşa kıyak geçip işkenceyi yarıda kesen, bir daha da böyle şeylere o koğuş civarında tevessül etmeyen Karşıyakalı üsteğmen psikolojisi;” “Mahkemede uyuyan savcı, hâkim psikolojisi,” “sokağa bile yazı yazmamış müvekkilinin neden 146/1’den yargılandığını heyete 4-5 yılda anlatamayan avukat psikolojisi.” “Sigara dumanından rahatsız olup pencereleri açmak isteyen, üşüyüp pencereleri kapatmak isteyen mahkûm psikolojisi.” “Küfür yarışında hayal gücü onbaşılarınınkiyle sınırlı erlerin altında kalmamakla, oligarşinin bu küçük temsilcilerine haddini bildirmekle övünen mahkûm psikolojisi.” “Ne kadar sorun varsa bir Bazurtesi düzeleceğini söyleyen Astsubay psikolojisi, sucu başçavuş psikolojisi,” “Kenan Evren’in laflarına kanan ve hangi fraksiyon devrim yapsaydı subaylığa devam edemeyeceğini ciddi ciddi düşünen genç subay psikolojisi.” vb. vb. Sevgili Mustafi’nin dünya psikoloji literatürüne bütün bu gözlem ve katkılarını sunamayışı da akademik bir kayıp.   

Ankara günlerimiz. Ya bir çikolata ya bir oyuncakla sessiz sedasız gelip Altınay’la saatlerce oynayışın… ağır havanın böyle dağılışı… Sonra o zamanın mücadelesinde hep rastlanan üzücü yer değiştirmeler. Aklımda bin bir soru ile “okulunu bitirsin” diye sıkı sıkı tembih edip seni Hüseyin’e bırakıp gitmem… Şimdi hiçbir anlamı kalmamış, trajik, küçük hizip hesapları… Başka arayışlar… Adıyaman’dan Mamak’a sevkimizde, A Blok’taki hücremizde bir deri bir kemik kalmış, sakallı, solgun halinle yanımıza gelip sarılıp kucaklaşmalar. Bir sefer, yürekten, kıvırtmadan, dosdoğru bir eleştiri-özeleştiri. 1980’den sonra verdiğin her söze sadık kalışın… Yine sessiz, kalabalığın içinde…28 Ağustos operasyonu. Kafamıza yediğimiz tahta coplar, dipçikler, gaz, havaya açılan ateş. Küçük 12 Eylül provası. İsimlerimiz birer birer okunurken sizin koğuştan araya nasılsa girmiş Derya’nın ismi. Hüseyin ve Mahir’le yanınızdan geçerken (iki yanı sarmış asker kalabalığının içinde dayak yiye yiye giderken) yüzü gözü şişmiş kalabalığın içinden göz göze gelip gülümseyişimiz. “Bir şey yok, merak etme” diye yatıştırmamız. Yarım saat sonra, çıplak ayaklarımızla camların üzerinde koşa koşa yerimize dönüşümüz. Yine gülümseyişler. Sonra trajedinin komik tarafı. Zemin kata saldıranların arasında aşçıların kepçelerle, çaycıların çaydanlıklarla nasıl “Allah Allah” diye saldırdıklarını bire bin katıp anlatmana gülüşümüz. Bu anlardan sonra inadına havalandırmaya çıkıp yürümek şart. Ayaklarımız davul olmasın diye. Sonra başka operasyonlar. Sorduğumuzda “önemli bir şey değildi; şöyle bir geçtiler” deyişin. Bir gün sonra kafasına vurularak öldürülenler, yaralananlar olduğunu öğrendiğimiz. Silah seslerini duyduğumuzda, yine senden bilgi alışımız: “Önemli bir şey değil. Raci Tetik sizi bana sayarak mı verdiler lan diye bağırıp koğuş kapısından içeri bir şarjör boşalttı.” Nasıl yani diye sorulduğunda, “Adamın tabancası iyi ki 14’lü değilmiş! Kendimizi ranzaların altına attık” deyip gülüşmeler. 5 gaz bombası attılar; iyi ki 15 tane atmadılar. Bir şarjör boşalttılar, şarjörde iyi ki 7 mermi varmış! Falakaya çektiler; yarım saat değil, 20 dakika sürdü… Şöyle bir geçtiler, iyi ki 10 kişi ölmedi. Ey Mustafi, nasıl bir iyimserlikti bu böyle.  Mahkeme kapısında çok dipçik yedik, iyi ki süngüyle dürtmediler. [Facebook dürtmelerine benzemiyor çünkü.] Çıkınca, böbrek ameliyatından dönüşte: “Yok bir şey, açık çay içip zıplayacakmışım. İşte böyle!” Ölmeden on gün önce, “yok önemli bir şey, safra kesesi iltihaplanmış. Birkaç güne bir şeyim kalmaz.”    

………….
…………..
Voltalarımız; bir yanımızda Dilaver, Derya, sen. Necdet Adalı’nın mahkemesi bitmiş… Onunla hoş beş etmeliyiz. En ciddi edalarımızla “Suni Denge, vb.” tartışması yine. Yine dalıp gidiyoruz… Hücrelerimize dönüyoruz: Erdal Eren’in yan hücresi. Arada bir her nasılsa Zemin Kat’a grev, vb. yaptıkları için toplu halde tutuklanıp getirilen polisler. Bazılarının sayımlarda “lan siz işkencecisiniz ha!” diyen erlerden feci dayaklar yemesini anlatırken sesinin titremesi. Arada komiklikler: Çok az su bol deterjanla daha iyi temizlik yapılacağını sanan erlerin istekleri. Deterjan reklamı gibi köpürdükçe köpüren koğuşlar! Bunlara bile gülmenin yasak olduğu, “komutan”ın (yani er) küçük Evrenler gibi kasıldığı ortamlar. Bir gün toplu halde isimlerimizin okunduğu İstanbul’daki toplu davaya gitmek üzere hazırlanışımız. Mamak kafesinde uzun aylardan sonra tekrar bir araya gelişimiz.          

Ankara’dan nakliye uçağıyla Ege’yi dolaştıra dolaştıra 5-6 saatte İstanbul’a gelişimiz. Havacı subayların bizimle dalga geçmesi: Nereye gittiğinizi bilmiyorsanız buyrun inin, vb. Bize sürekli uçakta benzin olmayacağını söylemeleri… Uçağımızın Çiğli havaalanına inişinde bir daha hiç soluyamayacakmışız gibi son bir kez İzmir havasını soluyuşumuz…

Selimiye’ye gelişimiz… Daha önce arkadaşlarımızın uzun süre kaldığı koca kışlanın içinde zamanın ünlü hoş geldin dayakları için hazırlanan, ellerinde bir daha hiçbir yerde görmediğimiz uzun coplu manga manga asker. Ellerimize ayaklarımıza değdirildiğinde arada bir küçük elektrik çarpmaları… İlk vuruşta kırılan, içlerindeki pillerin etrafa saçıldığı coplar. Muazzam bir tarihi olaya tanıklık ediyoruz. Koşa koşa nöbetçi subaylar gelip askerleri fırçalıyorlar. Meğer bu coplar onların alışık oldukları gibi vurulmuyormuş, elektrik akımı veriyormuş. Ama bu eski coplara alışmış askerler bu copları vura vura kırmışlar ve kullanılmaz hale getirmişler. Bu 1980’den sonra aramızda hep espri konusu olacak. Askerler kırılan copları yerlerden toplayan, pilleri içlerine tıkıştırmak isterken bir kısmı bizi alıp koğuşlarımıza götürüyor. Koğuşta birbirimize bakıyoruz. Fazla hasar yok; herkes tamam!  Oradan Sultanahmet’e… O cezaevi senin bu cezaevi benim dolaştırılırken (“sevk var”) arada koğuştan koğuşa küçük sevkler yaşarken, mektupların, iddianamelerin, telaşla hazırlanması. Hep bir bilinmezlik… Nereye gidileceği, bazen sadece “iyi” “kötü” ya da “berbat” gibi tek kelimelik tanımların kullanıldığı yerlerde nelerin beklediğinin ölesiye merak edildiği anlar. Oralardan tekrar başa; yine polis sorgusuna… Her yer bilinmezlik; her mahkeme bilinmezlik… Yaşanan hiçbir şeyin belki sonra ne gelecek merakı yüzünden tam fakına varılmadan geçip gidişi… Bu kadar çok cop, postal tekmesi, kaba dayak, itiş kakışın yaralamayıp, en yakınındakilerin küçük hainliklerinin, küçük unutuşlarının yaralaması… Çok hızlı ruh hali geçişleri… Gelen bir kartpostaldan tarifsiz mutluluk… Her anın psikolojisini çözmeye çalışman… Herkesin kendisinden yaşça küçük olanları koruyup kollama çabası…   

Sonra toplu dava. Uzun yıllar sonra 12 Eylül toplu davalarına gazete arşivlerinden bile bakma zahmetine katlanmayan magazinel “örgüt tarihçileri”nin yok saydığı 200 sanıklı davanın yıllarca sürüp gitmesi. İçlerinde sessiz bir Mustafi; Metris’ten yeniden Antep işkencehaneleri. Uzun açlık grevleri, sevkler, havalandırma maçları. Çözemediğimiz insan psikolojisi… Hiç çözemediğimiz kadın psikolojisi. Bir araya gelişlerin, eski anıların, gem vurulamayan neşesi… Aralıklarla da olsa mutlaka merakı giderecek bir merhaba, bir selam, bir hal hatır sorma faslı…  

Sessizce işkence, sessizce hastalık, sessizce toprağa verilen dostların kahredici ölümleri. 1 Mayıs 1977’de alanda ezilip daha sonra öldüklerini sessizce usul usul anlattığın dostların… Vedat’ın seni kahreden ölümü… Daha iki ay önce seninle Hayati’yi arayan Vedat’ın oğlunu haber verdiğimde çok uzun zamandan beri ilk kez sevinçli sesinle görüşüp nostalji yaşadığınızı anlatışın. Arası hiç belli etmeden vakur geçiştirdiğin irili ufaklı trajediler… Her şeyi sessizce geçiştirmen ve yine hiçbir şey olmamış gibi sessizce ölüp gitmen! “Mağdur” kelimesini bilmeyen mağrur kuşağın içinde, sessizce geçip giden kalabalığın içinde! Bu kadar acının içinde bu kadar sessizlikle, meteor yağmurlarının görülmediği bir ayda, tek başına kayıp giden bir meteor gibi… Yine sessiz bir kalabalığın içinde “topraktan gelip toprağa gidişimiz!”
Onca iddianamenin, Sıkıyönetim Mahkemesi, Askeri Yargıtay, AİHM kararının, resimlerin, mektupların, kartpostalların, “görülmüştür” damgalı kitapların, imzalı kitapların dışında; şairimiz Süleyman’ın belleğimizin manzum arşivi olan “şiir sandıkları”nın dışında, belleklerimizin acı tatlı anılarının dışında, bu dünyadan, bu ülkeden, bu şehirden, bu 70’li, 80’li, 90’lı, 2000’li yıllardan sessizce geçen kardeşime küçücük bir soluk bırakmak istedim. Hepsi bu!

Hoşça kal, kardeşim Müstafi!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder