Hoşça
kal Mustafi;
Artık
söylenen bu hoşça kalın bir daha söylenemeyeceği bir anda, kafamdan sana bir
“obituary” yazmam gerektiği düşüncesini daha fazla erteleyemiyorum. Bu kolay
değil; çünkü Hüseyin gülümseyen zenci yüzüyle seni tanıştırdığı 1975 yılında
ilk gördüğüm, üzerinde iki boy büyükmüş gibi duran Polis Koleji üniformalı
afacan, yaramaz bir delikanlıydı. O zaman 5-6 yaş çok fark ediyordu. Biz 20’li
yaşlardaydık. Liseliler hep tıfıl görünürdü ve o dört-beş yaş çok şey demekti.
Ve sonra gözümde hep o afacan, yaramaz liseli çocuk gibi kaldın. Biz senin
yanında her zamanki gibi “III. Bunalım Dönemi” tahlillerine (o zaman
“tahliller” şimdiki gibi “idrar-kan tahlili” değildi) daldığımızdan, önce biraz
dinlemiş, akşam içmeye gideceğin gibi bir şeyler söyledikten sonra kalkıp
gitmiştin.
Sonra
biraz daha büyüdün; aralıklarla gördüğümde artık tıraş olmaya başladığını fark
ettim. Yine aynı yaramaz, afacan ifade… Ama böbrek taşı sancısını saklamaya
çalışan yüz ifadesini de o zaman edinmiştin. Yanında iki arkadaşınla, Sevgili
Vedat ve Hayati üniformalarınızla üç silahşorlar gibi dolaşırdınız. Vedat hep karnına yumruk yemiş gibi. Hayati
sürekli fantastik dünyasına gülüyor. Sen onları çekip çeviren küçük adam
pozlarında. Sonra başka arkadaşlarınız. Bir kısmı 12 Eylülün ünlü işkencecileri
arasındaydı. Onları duydukça hep şaşırdın!
Zaman
zaman kolej anılarınızı anlatıp anlatıp gülüyorsunuz. Gece yarısı gizlice tatlı
yemek için tatlı kazanına düşme hikâyesi gerçekten komik. Sonra bu komik hikâye,
Mamak, Metris, vb.’de sıkıntılı anlarda, açlık grevlerinde havayı rahatça
dağıtan bir fıkraya dönüşüyor. Sadece Hüseyin’in köyde saldıran ayı hikâyesinin
10 yıl içindeki evrimini yaşamıyor. Hüseyin’in ayısının dili bir karış
uzunluğundayken, 10 yıl sonra 3-4 metreye uzuyor; sizin tatlı kazanı hep 1,5
metre derinlikte.
Ve
sonra dalgın, unutkan, hatta üniformasının yakasını kapatmayı, şapka giymeyi,
yemek yemeyi unutan bir Mustafa dönemi geliyor. Biz “büyükler” durumu hemen
çakıyoruz. Yanında kıvırcık saçlı, lise öğrencisi sandığımız ama üniversitede
okuyan şirin, gülümseyen bir kız. Etrafınızda 3-4 tane gözleri görmeyen kız.
Aşık olduğun kız hep o görmeyen kızlarla. Onlara yemek yediriyor, gazete, kitap
okuyor. Senden çok onlarla ilgili. Gerçekten de aşık olduğun kızın çabası,
sevecenliği, insancıllığı göz yaşartıcı. Sen her gün daha çok aşık oluyorsun,
kız arkadaşın sen ona aşık oldukça daha çok görmez kız getiriyor ve onlara
bakıyor. Aşkına karşılık bulamadıkça daha çok rakı, daha çok sıkıntı… Kadın
psikolojisi kitaplarına dalıyorsun. Sana ne anlatsak nafile… Ablaların da sana
dilleri döndüğünce aşk hallerini anlatmaya çalışıyorlar… Ablaların da abilerin
de sözleri etkili değil. Onları romantizmden uzak bilgiçler gibi görüyorsun.
Sen Romantizm’in doruklarındayken onlar devrimci romantizmin doruklarında:
Dünyayı, insanı, toplumu, sistemi, kendilerini değiştirecekler! Maalesef sen 20
yaşındayken biz bu ikisini birleştiremiyoruz. En iyisi kadın psikolojisi
kitaplarıydı senin için. Her kitaptan sonra sessizce soruyorum: Bir sır var mı?
Kadınları keşfettin mi? Sonra ablan derdine çareyi klasikleşmiş Türk
adetlerinde buluyor: Gidip kızı ailesinden istemek! Ya kızı isteyeceğiz, ya
seni gençliğinin baharında meyhane masalarında kaybedeceğiz.
Onca
işimin arasında aklımda sen, aşık olduğun kız… epey bir mesai harcıyorum. Bana
annenin, ablanın bir emaneti gibisin. O dünyalar tatlısı kızın ufak tefek
tuhaflıkları dikkatimi çekiyor. Bunu ablalarınla, başka kızlarla konuşup
duruyoruz. O zamanki dünya daha erkek-egemen. Hiçbir kitapta kadın psikoloji
hayata uymuyor. O zaman ufak tefek tuhaflıkların pek de ufak tefek olmadığı
ortaya çıkıyor. Bunu sana nasıl söylemeli. Her zamanki gibi benim ciddiyetle
ama kırmadan sana psikolog önermem gerekiyor. Sıkıla sıkıla bu işi yapıyorum. Evet,
hem ablanın dediği gibi kızı istemeye gideceğiz. Buradan da dönüş yok. Sen de
kızı seviyorsan psikoloğa götürüp tedavi ettireceksin. Delikanlılık öfke krizi
yaşıyorsun. Annen baban değiliz ama öfken bize! Sözümüzü tutuyoruz. Hayatımızın
tiyatrosunu oynayıp ellerimizde çikolatalar, çiçekler kızı istemeye gidiyoruz.
Ablan kuşkulanıyor… Naz etmediler diyor; adettenmiş oysa.
Sen kısa sürede zaten kızın tedavi gördüğünü öğreniyorsun. Bize öfken yerini meraka bırakıyor. Aylarca abi, abi diye etrafımda dolaşıyorsun. Hep aynı soru: Sen nasıl anlıyorsun? Ben nasıl anlamıyorum? Kendini suçlaman bir an önce yardım etme telaşı, geç kalmışsın da sorun buymuş telaşı. Hep yatıştırmak için “aşkın gözü kör” filan diyorum. Aşık olduğun kızın ne kadar iyi bir kız olduğunu hep biliyoruz. Sonra onu Mamak’ta gördüğümüzde sen dâhil, hepimiz kahroluyoruz. En çok senin için cız ediyor, biliyorum. Ama artık olgunlaşmışsın. Tek eksiklik yine: Kadın Psikolojisi! Bu konu hep gizli bir hazineyi bulmaya çalışan maceracı arkeolog gibi aklında.
Sonra tamlamanın ilk kısmı aralıklarla değişiyor: “Adli suçu olup siyasi pozlar takınan mahkûm psikolojisi;” “Annesi ziyarete gelmeyen erkek mahkûm psikolojisi;” “Hiç sevgilisi olmamış, milli olmadan içeri düşmüş mahkûm psikolojisi;” “evli mahkûm psikolojisi,” “evli olup mektup gelmeyen – mektup gelen – mahkûm psikolojisi,” “gardiyan psikolojisi,” “futbol fanatiği mahkûm psikolojisi (oto-analiz);” “itirafçı psikolojisi,” “itirafçı olmayı kafasına koymuş, koğuşta çaktırmamaya çalışan mahkûm psikolojisi”…”Futbol maçında topa sert girip arkadaşını sakatlayan mahkûm psikolojisi.” “Baharı bekleyen şair psikolojisi” vb. “Hergele meydanında piyasada gördüğü adamları Metris koğuşunda işkence seansında karşısında gördüğünde, o koğuşa kıyak geçip işkenceyi yarıda kesen, bir daha da böyle şeylere o koğuş civarında tevessül etmeyen Karşıyakalı üsteğmen psikolojisi;” “Mahkemede uyuyan savcı, hâkim psikolojisi,” “sokağa bile yazı yazmamış müvekkilinin neden 146/1’den yargılandığını heyete 4-5 yılda anlatamayan avukat psikolojisi.” “Sigara dumanından rahatsız olup pencereleri açmak isteyen, üşüyüp pencereleri kapatmak isteyen mahkûm psikolojisi.” “Küfür yarışında hayal gücü onbaşılarınınkiyle sınırlı erlerin altında kalmamakla, oligarşinin bu küçük temsilcilerine haddini bildirmekle övünen mahkûm psikolojisi.” “Ne kadar sorun varsa bir Bazurtesi düzeleceğini söyleyen Astsubay psikolojisi, sucu başçavuş psikolojisi,” “Kenan Evren’in laflarına kanan ve hangi fraksiyon devrim yapsaydı subaylığa devam edemeyeceğini ciddi ciddi düşünen genç subay psikolojisi.” vb. vb. Sevgili Mustafi’nin dünya psikoloji literatürüne bütün bu gözlem ve katkılarını sunamayışı da akademik bir kayıp.
Sen kısa sürede zaten kızın tedavi gördüğünü öğreniyorsun. Bize öfken yerini meraka bırakıyor. Aylarca abi, abi diye etrafımda dolaşıyorsun. Hep aynı soru: Sen nasıl anlıyorsun? Ben nasıl anlamıyorum? Kendini suçlaman bir an önce yardım etme telaşı, geç kalmışsın da sorun buymuş telaşı. Hep yatıştırmak için “aşkın gözü kör” filan diyorum. Aşık olduğun kızın ne kadar iyi bir kız olduğunu hep biliyoruz. Sonra onu Mamak’ta gördüğümüzde sen dâhil, hepimiz kahroluyoruz. En çok senin için cız ediyor, biliyorum. Ama artık olgunlaşmışsın. Tek eksiklik yine: Kadın Psikolojisi! Bu konu hep gizli bir hazineyi bulmaya çalışan maceracı arkeolog gibi aklında.
Sonra tamlamanın ilk kısmı aralıklarla değişiyor: “Adli suçu olup siyasi pozlar takınan mahkûm psikolojisi;” “Annesi ziyarete gelmeyen erkek mahkûm psikolojisi;” “Hiç sevgilisi olmamış, milli olmadan içeri düşmüş mahkûm psikolojisi;” “evli mahkûm psikolojisi,” “evli olup mektup gelmeyen – mektup gelen – mahkûm psikolojisi,” “gardiyan psikolojisi,” “futbol fanatiği mahkûm psikolojisi (oto-analiz);” “itirafçı psikolojisi,” “itirafçı olmayı kafasına koymuş, koğuşta çaktırmamaya çalışan mahkûm psikolojisi”…”Futbol maçında topa sert girip arkadaşını sakatlayan mahkûm psikolojisi.” “Baharı bekleyen şair psikolojisi” vb. “Hergele meydanında piyasada gördüğü adamları Metris koğuşunda işkence seansında karşısında gördüğünde, o koğuşa kıyak geçip işkenceyi yarıda kesen, bir daha da böyle şeylere o koğuş civarında tevessül etmeyen Karşıyakalı üsteğmen psikolojisi;” “Mahkemede uyuyan savcı, hâkim psikolojisi,” “sokağa bile yazı yazmamış müvekkilinin neden 146/1’den yargılandığını heyete 4-5 yılda anlatamayan avukat psikolojisi.” “Sigara dumanından rahatsız olup pencereleri açmak isteyen, üşüyüp pencereleri kapatmak isteyen mahkûm psikolojisi.” “Küfür yarışında hayal gücü onbaşılarınınkiyle sınırlı erlerin altında kalmamakla, oligarşinin bu küçük temsilcilerine haddini bildirmekle övünen mahkûm psikolojisi.” “Ne kadar sorun varsa bir Bazurtesi düzeleceğini söyleyen Astsubay psikolojisi, sucu başçavuş psikolojisi,” “Kenan Evren’in laflarına kanan ve hangi fraksiyon devrim yapsaydı subaylığa devam edemeyeceğini ciddi ciddi düşünen genç subay psikolojisi.” vb. vb. Sevgili Mustafi’nin dünya psikoloji literatürüne bütün bu gözlem ve katkılarını sunamayışı da akademik bir kayıp.
Ankara
günlerimiz. Ya bir çikolata ya bir oyuncakla sessiz sedasız gelip Altınay’la
saatlerce oynayışın… ağır havanın böyle dağılışı… Sonra o zamanın mücadelesinde
hep rastlanan üzücü yer değiştirmeler. Aklımda bin bir soru ile “okulunu
bitirsin” diye sıkı sıkı tembih edip seni Hüseyin’e bırakıp gitmem… Şimdi hiçbir
anlamı kalmamış, trajik, küçük hizip hesapları… Başka arayışlar… Adıyaman’dan
Mamak’a sevkimizde, A Blok’taki hücremizde bir deri bir kemik kalmış, sakallı,
solgun halinle yanımıza gelip sarılıp kucaklaşmalar. Bir sefer, yürekten,
kıvırtmadan, dosdoğru bir eleştiri-özeleştiri. 1980’den sonra verdiğin her söze
sadık kalışın… Yine sessiz, kalabalığın içinde…28 Ağustos operasyonu. Kafamıza
yediğimiz tahta coplar, dipçikler, gaz, havaya açılan ateş. Küçük 12 Eylül
provası. İsimlerimiz birer birer okunurken sizin koğuştan araya nasılsa girmiş
Derya’nın ismi. Hüseyin ve Mahir’le yanınızdan geçerken (iki yanı sarmış asker
kalabalığının içinde dayak yiye yiye giderken) yüzü gözü şişmiş kalabalığın
içinden göz göze gelip gülümseyişimiz. “Bir şey yok, merak etme” diye
yatıştırmamız. Yarım saat sonra, çıplak ayaklarımızla camların üzerinde koşa
koşa yerimize dönüşümüz. Yine gülümseyişler. Sonra trajedinin komik tarafı.
Zemin kata saldıranların arasında aşçıların kepçelerle, çaycıların
çaydanlıklarla nasıl “Allah Allah” diye saldırdıklarını bire bin katıp anlatmana
gülüşümüz. Bu anlardan sonra inadına havalandırmaya çıkıp yürümek şart.
Ayaklarımız davul olmasın diye. Sonra başka operasyonlar. Sorduğumuzda “önemli
bir şey değildi; şöyle bir geçtiler” deyişin. Bir gün sonra kafasına vurularak
öldürülenler, yaralananlar olduğunu öğrendiğimiz. Silah seslerini duyduğumuzda,
yine senden bilgi alışımız: “Önemli bir şey değil. Raci Tetik sizi bana sayarak
mı verdiler lan diye bağırıp koğuş kapısından içeri bir şarjör boşalttı.” Nasıl
yani diye sorulduğunda, “Adamın tabancası iyi ki 14’lü değilmiş! Kendimizi
ranzaların altına attık” deyip gülüşmeler. 5 gaz bombası attılar; iyi ki 15
tane atmadılar. Bir şarjör boşalttılar, şarjörde iyi ki 7 mermi varmış!
Falakaya çektiler; yarım saat değil, 20 dakika sürdü… Şöyle bir geçtiler, iyi
ki 10 kişi ölmedi. Ey Mustafi, nasıl bir iyimserlikti bu böyle. Mahkeme kapısında çok dipçik yedik, iyi ki
süngüyle dürtmediler. [Facebook dürtmelerine benzemiyor çünkü.] Çıkınca, böbrek
ameliyatından dönüşte: “Yok bir şey, açık çay içip zıplayacakmışım. İşte
böyle!” Ölmeden on gün önce, “yok önemli bir şey, safra kesesi iltihaplanmış.
Birkaç güne bir şeyim kalmaz.”
………….
…………..
Voltalarımız;
bir yanımızda Dilaver, Derya, sen. Necdet Adalı’nın mahkemesi bitmiş… Onunla
hoş beş etmeliyiz. En ciddi edalarımızla “Suni Denge, vb.” tartışması yine. Yine
dalıp gidiyoruz… Hücrelerimize dönüyoruz: Erdal Eren’in yan hücresi. Arada bir
her nasılsa Zemin Kat’a grev, vb. yaptıkları için toplu halde tutuklanıp
getirilen polisler. Bazılarının sayımlarda “lan siz işkencecisiniz ha!” diyen
erlerden feci dayaklar yemesini anlatırken sesinin titremesi. Arada
komiklikler: Çok az su bol deterjanla daha iyi temizlik yapılacağını sanan
erlerin istekleri. Deterjan reklamı gibi köpürdükçe köpüren koğuşlar! Bunlara
bile gülmenin yasak olduğu, “komutan”ın (yani er) küçük Evrenler gibi kasıldığı
ortamlar. Bir gün toplu halde isimlerimizin okunduğu İstanbul’daki toplu davaya
gitmek üzere hazırlanışımız. Mamak kafesinde uzun aylardan sonra tekrar bir
araya gelişimiz.
Ankara’dan
nakliye uçağıyla Ege’yi dolaştıra dolaştıra 5-6 saatte İstanbul’a gelişimiz.
Havacı subayların bizimle dalga geçmesi: Nereye gittiğinizi bilmiyorsanız
buyrun inin, vb. Bize sürekli uçakta benzin olmayacağını söylemeleri…
Uçağımızın Çiğli havaalanına inişinde bir daha hiç soluyamayacakmışız gibi son
bir kez İzmir havasını soluyuşumuz…
Selimiye’ye
gelişimiz… Daha önce arkadaşlarımızın uzun süre kaldığı koca kışlanın içinde
zamanın ünlü hoş geldin dayakları için hazırlanan, ellerinde bir daha hiçbir
yerde görmediğimiz uzun coplu manga manga asker. Ellerimize ayaklarımıza
değdirildiğinde arada bir küçük elektrik çarpmaları… İlk vuruşta kırılan,
içlerindeki pillerin etrafa saçıldığı coplar. Muazzam bir tarihi olaya tanıklık
ediyoruz. Koşa koşa nöbetçi subaylar gelip askerleri fırçalıyorlar. Meğer bu
coplar onların alışık oldukları gibi vurulmuyormuş, elektrik akımı veriyormuş.
Ama bu eski coplara alışmış askerler bu copları vura vura kırmışlar ve
kullanılmaz hale getirmişler. Bu 1980’den sonra aramızda hep espri konusu
olacak. Askerler kırılan copları yerlerden toplayan, pilleri içlerine
tıkıştırmak isterken bir kısmı bizi alıp koğuşlarımıza götürüyor. Koğuşta
birbirimize bakıyoruz. Fazla hasar yok; herkes tamam! Oradan Sultanahmet’e… O cezaevi senin bu
cezaevi benim dolaştırılırken (“sevk var”) arada koğuştan koğuşa küçük sevkler
yaşarken, mektupların, iddianamelerin, telaşla hazırlanması. Hep bir bilinmezlik…
Nereye gidileceği, bazen sadece “iyi” “kötü” ya da “berbat” gibi tek kelimelik tanımların
kullanıldığı yerlerde nelerin beklediğinin ölesiye merak edildiği anlar.
Oralardan tekrar başa; yine polis sorgusuna… Her yer bilinmezlik; her mahkeme bilinmezlik…
Yaşanan hiçbir şeyin belki sonra ne gelecek merakı yüzünden tam fakına
varılmadan geçip gidişi… Bu kadar çok cop, postal tekmesi, kaba dayak, itiş
kakışın yaralamayıp, en yakınındakilerin küçük hainliklerinin, küçük
unutuşlarının yaralaması… Çok hızlı ruh hali geçişleri… Gelen bir kartpostaldan
tarifsiz mutluluk… Her anın psikolojisini çözmeye çalışman… Herkesin
kendisinden yaşça küçük olanları koruyup kollama çabası…
Sonra
toplu dava. Uzun yıllar sonra 12 Eylül toplu davalarına gazete arşivlerinden
bile bakma zahmetine katlanmayan magazinel “örgüt tarihçileri”nin yok saydığı
200 sanıklı davanın yıllarca sürüp gitmesi. İçlerinde sessiz bir Mustafi;
Metris’ten yeniden Antep işkencehaneleri. Uzun açlık grevleri, sevkler,
havalandırma maçları. Çözemediğimiz insan psikolojisi… Hiç çözemediğimiz kadın
psikolojisi. Bir araya gelişlerin, eski anıların, gem vurulamayan neşesi…
Aralıklarla da olsa mutlaka merakı giderecek bir merhaba, bir selam, bir hal
hatır sorma faslı…
Sessizce
işkence, sessizce hastalık, sessizce toprağa verilen dostların kahredici
ölümleri. 1 Mayıs 1977’de alanda ezilip daha sonra öldüklerini sessizce usul
usul anlattığın dostların… Vedat’ın seni kahreden ölümü… Daha iki ay önce
seninle Hayati’yi arayan Vedat’ın oğlunu haber verdiğimde çok uzun zamandan
beri ilk kez sevinçli sesinle görüşüp nostalji yaşadığınızı anlatışın. Arası hiç
belli etmeden vakur geçiştirdiğin irili ufaklı trajediler… Her şeyi sessizce
geçiştirmen ve yine hiçbir şey olmamış gibi sessizce ölüp gitmen! “Mağdur”
kelimesini bilmeyen mağrur kuşağın içinde, sessizce geçip giden kalabalığın
içinde! Bu kadar acının içinde bu kadar sessizlikle, meteor yağmurlarının
görülmediği bir ayda, tek başına kayıp giden bir meteor gibi… Yine sessiz bir
kalabalığın içinde “topraktan gelip toprağa gidişimiz!”
Onca
iddianamenin, Sıkıyönetim Mahkemesi, Askeri Yargıtay, AİHM kararının,
resimlerin, mektupların, kartpostalların, “görülmüştür” damgalı kitapların,
imzalı kitapların dışında; şairimiz Süleyman’ın belleğimizin manzum arşivi olan
“şiir sandıkları”nın dışında, belleklerimizin acı tatlı anılarının dışında, bu
dünyadan, bu ülkeden, bu şehirden, bu 70’li, 80’li, 90’lı, 2000’li yıllardan
sessizce geçen kardeşime küçücük bir soluk bırakmak istedim. Hepsi bu!
Hoşça
kal, kardeşim Müstafi!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder